Bugün yine nefes alınamayacak kadar kalabalıktı otobüs. Yolum uzundu. Ayakta yolculuk etmek, düşüncelerim ve hislerim ile hemhâl olmama mâni oluyordu. İlk bulduğum koltuğa attım kendimi. Kulaklıklarımı takıp başımı cama yasladım. Bîtap düşmüş yüreğimin gözyaşlarını dindiremiyordum. Ayrılacak olmanın acısı, kalbimi dört bir yandan sararken gözlerimi dışarıya çevirdim. Uzun zamandır silinmeyen camlardan sisli gözüküyordu İstanbul. Bebek ağlamalarına, siyaset mevzubahis olduğunda sesleri yükselen ve bu tartışma ile vakit öldüren emekli amcalar eşlik ediyordu. Nereye gidiyordu bunca insan? Hayatlarını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim insanlardı bunlar. Bayrampaşa, Fındıkzade, Haseki, Unkapanı ve son durak Eminönü… Otobüsten indiğim anda derin bir nefes aldım, üstümü başımı düzelttim. Kol çantamın omzumdan düşen sapını omzuma geri oturttum ve hızlı hızlı yürümeye başladım. Otobüs duraklarından Galata Köprüsü’ne doğru yönelip adımlarımı sıklaştırdım. Mahşerî kalabalığın içinden yükselen “Canlı canlı, taze taze balıklar!” “Gel abi turşu suyuna gel!” gibi satıcıların bağırışlarına İstanbul’un binbir minarelerinden yükselen ezan sesi eklendi. İstanbul semalarını dolduran Rûh-u Revân-ı Muhammedî nağmelerinin gönül tellerimi harekete geçirdiğini hissettim, gözlerim doldu.
“Gök nûra gark olur nice yüzbin minâreden
Şehbâl açınca Rûh-u Revân-ı Muhammedî”
Yahya Kemal Beyatlı
Bu şehirde ezanlar yer ve gök ehlini büyüleyen bir tarzda okunur, kalblere aşkı fısıldayarak bütün mahlûkatı Allah’ın (celle celâluhu) huzuruna çağırırdı. Kulaklıklarımı çıkardım ve Galata Köprüsü’nde adım adım ilerlerken bu İlahî nağmenin bütün ruhuma dokunmasına izin verdim. Köprünün yarısına geldiğimde ezan henüz bitmemişti. Köprünün paslanmış, buz kesen demirlerine yaslandım. Bir ucunda Galata, bir ucunda Süleymaniye boy gösteriyordu. Bu koca şehirdeki her adımım bir sanat eserinin içindeymiş hissi uyandırıyordu bende. Balıkçılar oltalarını bir umut “Vira bismillah!” nidaları ile denize sallarken köprünün sonuna yürümeye tâkatim kalmadığını fark ettim ve köprünün alt tarafından Yeni Cami tarafına geri döndüm. Yavaş ilerleyen araçların arasından yolun karşısına geçtim. Korna sesleri, kulakları sağır eder gibiydi. Caminin avlusu, ezanların beş vakit dinleyicisi olan güvercinlerle doluydu bugün de. Özgür, ama bağlılıklarında ısrarcılar bu zarif kuşlar. İstanbul’un semalarında kanat çırpıp yine bu caminin cemaatine dâhil oluyorlar.
Eminönü Çarşısı’na uğramamak olmaz diyerek kalabalığın arasına karıştım. Burnuma taze çekilmiş kahve kokuları gelmişti çarşıya girerken. Dudağımın kenarında titrek bir gülümseme belirdi. Sonra kalbimdeki kor, gülüşümü çepeçevre sardı ve kalbimin sızlayışı tekrar yüzüme sirayet etti. İrili ufaklı dükkânların sıra sıra dizildiği çarşının içinden kalabalığın akıntısına kapılmış ilerliyordum. Çarşının Süleymaniye’ye çıkan yokuşlarının olduğu tarafa yöneldim. Süleymaniye’nin parlayan Cevahir Minaresi’ni karşıma alıp yokuşu çıkmaya başladım. Güneş tüm İstanbul’u kanatları altına almış, ışıltısına ışıltı katarken, beni de bir damla suya muhtaç etmişti. Dinlene dinlene yokuşu çıktım. Yedi tepeli bu şehrin üçüncü tepesinde konumlanmış bir Mimar Sinan camii olan Süleymaniye’nin duvarının kenarındaki basamağa çıktım ve yüzüme çarpan deniz havası ve kısık gözlerle Eminönü’nü son bir kez seyrettim.
Üniversitemin ana kampüsünü çevreleyen duvarın yanındaki sokağa doğru yürümeye başladım. Matbaalar, sahaflar, büfeler, anne yemeği yapan lokantalar… Her ders gününde muhakkak uğradığım o lokantaya da uğradım tabiî ve bir kâse manolya tatlısını, tadını hafızama işleyecek yavaşlıkta kaşıkladım. Bugün her zamankinden daha taze ve lezzetliydi. Cebimden çıkardığım bozuk paraları sayarak tatlının parasını ödedim, teşekkür ettim ve yürümeye devam ettim. Her köşe başında bir öğrenci grubunun bulunduğu İstanbul’un tarihî sokaklarından geçerek İstanbul Üniversitesi’nin Osmanlı döneminde Bâb-ı Seraskerî adı ile anılan ana kapısına ulaştım. Sokağın sol tarafından ilerlemeye devam ettim. Başımı sola çevirip göz ucuyla bir bakış attım. O heybetli duruşuyla yakalayıverdi bakışlarımı bu âbidevî yapı. Üzerine işlenmiş Fetih sûresinin ilk âyetinin fotoğrafını çekip yeni albümümün giriş kısmına yerleştirdim: “Biz Sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik.” (Fetih, 48/1).
Kimi zaman musikinin refakat ettiği bir letafet denizi, kimi zaman hayat serüveninin bazen ağır şartlarda sürdüğü bu şehirde attığım son adımlarımda, ona gençliğimden, sevdiklerimden, hayallerimden, umutlarımdan bir parça ve Efendimizin Mekke’ye vedasında yüreğimi kavuran sözlerini armağan ettim.
“Seni o kadar çok seviyorum ki eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.”[1]
Geride bıraktıklarıma kavuşana dek bende bütün vedaların yolu İstanbul’dan geçer.
Dipnot
[1] Tirmizî, Menâkıb, 68; İbn Mâce, Menâsik, 103; Ahmed ibn Hanbel, El-Müsned, 4/305.