Asr-ı Saadet’ten bir haneye çevriliyor gözlerimiz. Menhelü’l-azbi’l-mevrud’dan (tatlı su kaynağı) kana kana içilmeye yaklaşılan günler. Öyle bir hane ki Cahiliye Döneminde dahi kire pasa bulaşmadan Kutlu Nebi dönemine gelmiş ve ilk Müslümanlardan olma şerefiyle şerefyab olmuş bu hane sakinleri.
Evin hanımı Ümmü Ruman. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim (cennetten yeryüzüne inmiş) Hûri-i Iyn’dan bir kadına bakmak istiyorsa Ümmü Ruman’a nazar etsin.”[1] buyurarak iltifat ettiği nadide hanımlardan birisi.
Babası Hazreti Ebu Bekir (radıyallâhu anh), Efendimize olan sadakatinden dolayı “Sıddık” olarak anılan, Efendimizin de ona “cehennemden kurtulan insan” mânâsında Atîk diye hitap ettiği kutlu sahabî. Cahiliye Döneminde dahi tertemiz bir hayat sürmüş ve bunun neticesi olarak o pak vicdanıyla İslamiyet’le ilk şereflenenlerden olmuş ve Allah’ın davasına en önde, Peygamberin en yakınında omuz vermişti.[2]
İşte bu kutlu hanede, böylesine güzide bir anne babadan bir kız çocuğu dünyaya gelecekti. İlerde Peygamber eşi olmaya namzet, ümmetin annesi olacak mahiyette şerefli bir kız çocuğu. Adı Âişe (radıyallâhu anha).
Bu mümtaz annemizin en büyük imtiyazı, Cahiliye’ye ait olumsuzluklara hiç bulaşmayan Hazreti Ebu Bekir gibi bir babanın kızı olmasıydı. Kendi hayatına azamî derecede dikkat eden Hazreti Ebu Bekir, çocuklarını yetiştirme konusunda da aynı hassasiyete sahipti. Âişe Validemiz de ilk olarak bu rahle-i tedristen geçti. Efendimizle (sallallâhu aleyhi ve sellem) izdivacından sonra da O’nun eğitiminden geçecekti.
Kendi ifadesine göre; “Ben kendimi bildim bileli ebeveynimi hep dindar olarak görüp tanıdım!”[3] diyecekti Hazreti Âişe Validemiz (radıyallâhu anha).
Bunun tesiri ile çok küçük yaşta, ablası Esma ile beraber Müslüman olmaya karar vereceklerdi. Mekke’de zor dönemler yaşanıyordu elbet ve inananlar her geçen gün daha çok zulme mârûz kalıyorlardı. Artık dinin açıktan tebliğ edilmeye başlandığı ve Ebu Bekir’in de Müslüman olduğunun anlaşıldığı zamandan beri onlar da çok sıkıntılar çekmişlerdi. Şibü Ebî Tâlib boykot günlerinin zorluk ve sıkıntılarını hane halkı olarak bizzat yaşamışlardı.
“Sevinç, şiddet ve zorluğu aynı anda yaşayan Âişe Validemiz, olup biten her şeyi takip ediyor, gelecek nesiller adına birer hatıra olarak anlatmaya hazırlanıyordu. Tarih ilmine olan merakı sebebiyle yaşanan her gelişmeyi kaydediyor, âdeta yaşadığı anın fotoğrafını çekiyordu. Dolayısıyla o, hangi âyetin nerede indiğini, kimin ne zaman gelip Müslüman olduğunu ve hangi şartlarda ne türlü hadiselerin vukû bulduğunu en iyi bilenlerin başında geliyordu.”[4]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Evliliği
Böylesine saf ve duru, bir o kadar da zeki bu dimağ, şüphesiz Peygamber eşi olmaya namzetti.
Zorlu boykot yıllarında vefat eden Hazreti Hatice Validemizin ardından Allah Resûlü çok zor günler yaşıyordu.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun rüyalarına birçok kez misafir olan Cibrîl, bu sefer çok farklı bir müjdeyle geliyordu. Cebrail (aleyhisselam), zümrüt yeşili ipekler içindeki Âişe Validemizi işaret etmiş ve Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bu, dünyada ve âhirette senin zevcendir.” müjdesini vermişti.[5]
Muhakkak ki İlahî irade tecelli ediyordu. Başkalarının muttali olamayacağı mahrem alanlarla ilgili has bilgilerin herkes için yürünen bir yol olabilmesi adına ümmetine aktarılmasını murat etmiş, Âişe Validemizi Habibi’nin yanına bir vezîr-i has olarak takdir etmişti.[6]
Onun Efendimizle (sallallâhu aleyhi ve sellem) evliliği Hicret’ten iki veya üç sene evvel, Şevval ayında gerçekleşir. Hazreti Peygamberin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bekar olarak nikahladıkları tek zevcesi Hazreti Âişe Annemizdir. Efendimiz onu, Allah’a olan yakınlığından dolayı çok severdi. Ona “Hümeyra” lâkabını vermiş ve “Dininizin yarısını bu Hümeyra’dan alınız.” buyurmuşlardı.[7]
Efendimiz, Âişe Validemize olan sevgisini diğer hanımlarına, “Bana sadece Âişe’nin yanındayken vahiy geliyor.” diyerek ifade edecekti.
Şüphesiz Hazreti Âişe Validemizin hayatından ve naklettiklerinden insanlık âlemi çok şey öğrendi. O, Cahiliye Dönemi’nin kadınlar üzerindeki yanlış algılarının değişmesine vesile oldu. O dönemde kadının yeri ve konumu göz önüne alındığında İslam’ın kadını çok yüce bir konuma taşıdığını söyleyebiliriz. Efendimizin Âişe Annemizle münasebetlerinde de bunun çok çarpıcı örneklerini görmekteyiz.
Efendimiz sefere çıkacağı zaman hanımları arasında kura çeker, kurada kim çıkarsa Efendimizin yanında sefere katılırdı. Yine kuranın Âişe Validemize çıktığı bir gün ordu ile sefere giderken bir noktaya geldiklerinde Efendimiz orduya, siz yürüyün diyerek yola devam etmelerini tembih etti. Kendileri Âişe Annemizle biraz arkada kaldı. “Haydi gel seninle müsabaka yapalım.” dedi ona. Hedef tayin edilen yere validemiz önce vardı.
Aradan bir hayli zaman geçmişti ki yine başka bir yolculukta Efendimiz tekrar müsabaka yapmayı teklif etti. Bu sefer hedefe Allah Resûlü önce ulaştı. Bunun üzerine tebessüm ederek Âişe Validemize, “İşte bu, önceki müsabakanın karşılığıdır.” dedi.[8]
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu müsabakaları yapmasının önemli bir sebebi vardı: O günün toplumunun kadınlar hakkındaki yanlış algısını değiştirmek. Güzide annemiz ise bu temsilde en ön sıradaydı.
İfk Hadisesi
Her dönemde olduğu gibi, o dönemde de şer şebekesi boş durmuyor, şeytanın bile aklına gelmeyecek oyunlar oynamaya, iftiralar atmaya devam ediyordu.
Hazreti Âişe Validemiz Kâinatın Serveri Efendimizle Benî Mustalık gazasına gitmişti. Tesettür âyeti nüzul olduktan sonra gerçekleşen bir sefer olduğu için validemiz hevdeç içinde taşınıyor ve indiriliyordu. Sefer dönüşü Medine’ye yaklaştıkları bir yerde Efendimiz orduya konaklama emri verdi. Ordunun tekrar hareket etmesine yakın bir sırada Hazreti Âişe ihtiyacını gidermek için hevdeçten çıkmıştı. Geri döndüğünde gerdanlığını kaybettiğini fark etmiş ve aramaya başlamıştı. Gerdanlığı buldu, fakat döndüğünde kimsecikler yoktu, ordu çoktan hareket etmişti. Hevdeçte olmadığını fark edince geri gelirler düşüncesiyle orada örtüsüne bürünüp beklerken uyuyakalmıştı.
Ordunun arkasını toparlamak üzere geriden gelen Safvan ibn Muattal orada uyuyan bir insan görünce yanına geldi ve Âişe Validemizi tanıdı. Seslenerek onu uyandırdıktan sonra devesine bindirdi ve devenin yularından çekerek orduya yetişmek üzere yola koyuldular. Öğle sıcağı basıp tekrar konakladıkları sırada yanlarına vardılar. Ordunun arkasından gelirken Abdullah bin Übeyy’e rastlamışlardı. Onları görünce bu baş münafık, ağza alınmayacak çirkin ithamlarda bulunup iftira atarak yaygarayı koparmıştı. Müslümanlardan bazıları da onun bu çirkin iftirasına âlet oldular.
Efendimiz ve Hazreti Âişe’nin ebeveyni dedikodular sebebiyle çok üzüldüler. Savaş dönüşü narin vücudu hastalığa yenik düşen Hazreti Âişe olanlardan habersizdi, kendisine yapılan bu iftirayı çok sonra öğrendi. İzin alıp babasının evine gitti ve üzüntüsünden günlerce ağladı. Uzun süren ızdıraplı bir bekleyişin ardından İlâhî beyan gelmiş, validemizin suçsuzluğu ve bu iftirayı yayan münafıkların âkıbetleri, Nur sûresinin 11–22. âyetlerinde açıkça müjdelenmişti.[9]
Teyemmüm Âyetinin Nüzulü
Resûlullah Efendimizle yine seferlerinden birinde, birlikte yola çıkmışlardı. Medine ile Mekke yolu üzerinde bulunan Beydâ veya Zâtü’l-Ceyş mevkiine vardıklarında boynundaki gerdanlığın kopup kaybolduğunu fark etmişti Hazreti Âişe validemiz. Efendimiz, gerdanlığın aranması için bazı kimseleri gönderdi. Müslümanlar susuz bir yerde bulunuyorlardı. Sabah namazı vakti yaklaştığı için bazı Müslümanlar su bulamayacaklarını düşünerek huzursuz oldu. Lâkin olumsuz gibi görünen bu hadise de başka bir kolaylığa vesile olacaktı. Müslümanlar çaresizlik içinde, ne yapacaklarını düşünürken teyemmüm âyeti nâzil oldu. Herkes hayırlı bir işe vesile olduğu için ona dua etti.[10]
İlmî Yönü
Hazreti Âişe (radıyallâhu anha) fesahat ve belagatiyle ünlü bir hatip olduğu için konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı dua ve bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir.[11]
Edebiyat ve tarih başta olmak üzere; tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve içtimaiyat gibi birçok alanda bilgisi olduğu görülmektedir. Tıp ilmine vukufiyetinin de Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hastalandığı dönemde, O’nu tedavi etmek için gelen tabiplerden öğrendiği bilgilerden ileri geldiğini ifade etmektedir.[12]
Efendimiz, vefatına yakın dönemde, diğer hanımlarından izin isteyip Âişe Validemizin hanesinde kalmıştır ve orada ruhunun ufkuna yürümüştür. Hazreti Âişe bu durumu şöyle nakletmektedir: “O (sallallâhu aleyhi ve sellem) nöbeti benim evime geldiği günde vefat etti. O’nun ruhunu da Allah (celle celâluhu), mübarek başı göğsümle sinemde olduğu sırada kabzetti.”[13]
Allah Resûlü’nün vefatından sonra da ilim tahsil etmeye devam etmiştir. O küçük odacık âdeta bir üniversite vazifesi görmüştür. 2210 hadis rivayet ettiği bilinmektedir. Ama en çok hadis rivayet eden râvîlerden daha önde olduğu söylenebilir. Zira o, rivayet edilen hadislerin sebeb-i vürûdunu ve delâletlerini beyan eder, ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’e muhalif bir unsur ihtiva edip etmemesi bakımından onları incelemeye tâbi tutar, bazı sahabîlerin rivayet sırasında yaptıkları hataları düzeltirdi.[14]
Efendimizden sonra 47 yıl daha yaşamıştır. Vâkidî, Hazreti Âişe’nin Hicrî 58 yılında, Ramazan ayının 17’sinde, salı günü vefat ettiğini söyler.[15] O zamana kadar da hayatını Allah ve Resûlü’nün davasına adamıştır. Efendimizin vefatından sonra, diğer hanımları gibi o da çok az yemek yemiş, günlerini genelde oruçlu olarak geçirmiş ve çokça ibadet etmiştir.
İnfakı çok severdi. Evinde ne varsa infak ederdi. Öyle ki bir gün Ümmü Dürre, kendisine getirilen 100 bin dirhemin hepsini dağıtması üzerine, “Ya Âişe, ne olurdu kendine bir dirhem ayırıp onunla et alsaydın.” diyecek ve ondan, “Daha önce hatırlatsaydın ya!” cevabını alacaktı.[16]
En büyük isteği vefat ettiğinde Efendimiz’in ayak ucuna gömülmek olsa da bu konuda Hazreti Ömer’in isteği üzerine, “Ömer’i nefsime tercih ederim.” diyerek bundan vazgeçmiştir. Herkese örnek olacak şekilde kutlu bir hayat yaşayan güzîde annemiz, Cennetü’l-Baki Kabristanı’na defnedilmiştir.
Dipnotlar
[1] Hâkim, Müstedrek, 3/538; İbn Sa’d, Tabakât, 8/276; İbn Hacer, İsabe, 8/207.
[2] Reşit Haylamaz, Mü’minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe radıyallâhu anha, İstanbul: Işık Yayınları, 2012, s. 14.
[3] Buhârî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 272, Edeb 93 (5804); Müslim, Radâ, 2 (1445); Tirmizî, Radâ, 2 (1148); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/177 (25482); Mâlik, Radâ, 1 (1279); Dârimî, Nikâh, 48 (2248); Nesâî, Nikâh, 49 (227).
[4] Haylamaz, a.g.e. s. 28.
[5] Tirmizî, Menâkıb, 63.
[6] Haylamaz, a.g.e. s. 31.
[7] Reşit Haylamaz, “Hazreti Âişe Validemizin (radıyallâhu anha) İlmî Yönü” www.youtube.com/watch?v=sJ72QGU4tXI
[8] Ebû Dâvûd, Cihad, 68 (2578); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/39 (24164); Taberânî, El-Mu‘cemü’l-Kebîr, 23/47; Beyhakî, Sünen, 10/17, 18.
[9] M. Âsım Köksal, Peygamberler Peygamberi Muhammed Aleyhisselam ve İslamiyet-2, s. 751–766.
[10] Buhârî, Teyemmüm, 1; Fedâilü’s-Sahabe, 5 (3469); Müslim, Teyemmüm, 108 (367).
[11] Mustafa Fayda, “Âişe”, islamansiklopedisi.org.tr/aise
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/67 (24425); Hâkim, Müstedrek, 4/218 (7426) Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/242.
[13] Buhârî, Cenâiz, 94 (1323), Müslim, Fedâilü’s- Sahâbe, 84 (2443).
[14] Fayda, a.g.e.
[15] Ebu Nuaym el-İsfahanî, İbn Kayyım el-Cevziyye, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Ter. Yahya Atak vd. İstanbul: Şule Yayınları, 2003, s. 128.
[16] M. Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe 2, İstanbul: Okusan, 1993, s. 53; İbn Hacer, El-İsâbe, 8/20.