“Ah, harika!” diye mırıldandı kuzenim oturduğu sürücü koltuğundan. “Hararet ışığı yandı.”
Yirmi dakikalık uğraş üzerine “bluetooth” bağlantısını kurmayı başardığımız hoparlörün sesini kıstım merakla. “Hararet mi yapmış araba?”
Yanımda gözlerini dinlendiren dayım birden atıldı, “Hemen çek kenara, yakmayalım motoru!”
Kuzenim direksiyonu kıvırırken sordu bir yandan da, “Beş dakika kaldı dağın zirvesine ulaşmamıza, orada dursak olmaz mı?”
Babam çoktan girmiş olduğu panik modunda cevap verdi, “Yok yok, hiç riske atmayalım, motoru soğutalım, sonra devam ederiz.”
Çıktığımız dik yokuşun sağına çekti kuzenim emanet minibüsümüzü. Arka koltuktaki kardeşlerim, saatler süren bir yolculuktan sonra neden birden durduğumuzu sordular uyanır uyanmaz. Dayım ve babam dışarı çıkıp motora bakarken kuzenim sorunun ne olabileceğini öğrenmek için araba sahibini aradı. Motorun kapanmasıyla sonuna kadar açtığımız klima da kapanınca saniyeler içinde kızgın yaz sıcağında kalakaldık.
Araba sahibiyle telefon üzerinden hızlıca ortak bir fikre varıldı. Bitmiş su deposunu doldurmak için arabadaki bütün su şişelerini topladı babam, ama ne yazık ki araba sahibinin “Yarım bardak yeter.” demesini de bizim seslenişlerimizi de duymayarak hepsini boşalttı depoya. Peşinden de şaşkınlık içinde geri geldi yanımıza. “Suyun hepsi yok oldu!”
“Çünkü bütün suyumuzu depoya döktün. Duymuyor musun sesimizi, yarım bardak dökün sadece dedi adam.” dedi annem.
“Öyle değil, döktüğüm su yok oldu, depo hâlâ bomboş.”
Arabanın altına bir bakış atınca gördük ki ya bu yaz ortasında, tam deponun altında bir su birikintisi üzerine park etmiştik ya da depomuzda delik vardı.
“Yani bütün suyumuz yola aktı.” diye söylendi kardeşim arkadan. Yapacak bir şey yoktu. Bu dik yokuşun ortasında ne geri dönebilir ne de ilerlemeyi göze alabilirdik. Yol yardımını çağırmaya karar verdik.
“Hepimiz tamirle uğraşmayalım, siz kaleyi gezin, işler belli olunca buluşuruz.” dedi dayım, kuzenim yol yardımını aramak için sinyal bulmaya çalışırken. “Az kalmıştı varmamıza, yürüyerek gidebilirsiniz bence.”
Çantalarımızı alıp yola koyulduk. İki kardeşim, annem, babam, ben ve yengem, yaya girişine doğru ilerlemeye başladık. Biraz sonra karşımıza teleferik ile tren karışımı bir icat çıktı. Yengem heyecanla seslendi, “Bu bizi kaleye götürür, hadi buna binelim.”
Yılın en sıcak günlerinden biri olduğundan 10 dakikalık yürüyüş bile bizi kan ter içinde bırakmaya yetmişti. Sevinçle bilet gişesine gittik. Gişedeki çalışan bizim kaleye gitme isteğimizi duyunca yavaşça güldü, “Kale hemen bir durak sonra, sadece oraya kadar gitmek için bilet istiyorsanız verebilirim.”
Bir durak da olsa teleferik yolculuğu hoş geliyordu kulağa. Üç öğrenci, üç yetişkin bileti istedik, on dakikaya kalede oluruz diye sevinerek. Sonra toplam bilet fiyatını söyledi çalışan, ve birden sevincimiz sönekaldı.
“Bu Heidelberg Kalesi’ne kadar gidiş bileti mi?” diye sordu yengem. Çalışan kafasını evet anlamında salladı. “Yürüyerek nasıl gidiliyor, gösterir misiniz?”
Çalışanın, tabelaların ve telefondaki haritanın tavsiyelerine uyarak bir patikaya ulaştık. Ağaç dallarının altından ve köklerinin üstünden yokuşu tırmanmaya başladık.
“Allah bu ayakları boşuna mı verdi bize? Yürürüz biz! Hem bakın, buralara kadar geldik, tabiat yürüyüşü yapmadık demeyin.” dedi babam nefes nefese. Hepimiz birer sopa bulmuş, tutunarak iniyorduk orman yolundan aşağı. Yol da yol değildi gerçi, yamaç aşağı demek daha doğru olurdu. Ben yengemin koluna girmiş, yavaş ve emin adımlarla ona destek olmaya çalışıyordum, ama garip şekilli kayalara basmak kolay değildi.
“Tabiatta yürüyüş yapmak güzel tabiî, ama…” diye başladı küçük kardeşim. Şişesinin dibinde kalan suyu bitirip devam etti: “Acaba bizden başka kimse burada yürümüş müdür? Hiç insan girmemiş gibi…”
“İleride yol gördüm!” diye seslendi annem biraz sonra. “Araba parkı da var sanki yanında.”
Son bir gayretle anayola ulaştık ve ayaklarımızın düz zemine basmasıyla rahatladık. Burası hedefimiz olan kalenin ana girişiydi. Bir müddet bu görkemli yapıyı izledik hayranlık içinde. İçinden çıktığımız ormanın hemen ortasında, bezenmiş mermer sütunları, geniş meydanları ve şık bir bahçesi olan bu kaleyi buralara nasıl inşa etmişlerdi?
Tekrar insan görmenin verdiği huzurla kalenin bahçesine girdik. Önce havuzun etrafına serilmiş piknik yapanlara katıldık biz de. Besmelemizi çektik ve enerji toplamak için yanımızda getirdiğimiz kurabiye ve poğaçaları hızla yedik. Bir termos çayı da paylaşarak bitirdik.
“Yedik, içtik, dinlendik, şimdi müzeyi gezelim, etrafı keşfedelim.” dedi annem.
“Peki gezdikten sonra ne yapacağız? Bir müze en fazla ne kadar gezilebilir ki?” diye sordum.
“Kale gayet büyük, nehir manzaralı bir seyir terası da var, orada oturabiliriz sonrasında. Hem Allah Kerim, belki o zamana kadar dayınlar tamirciden iyi bir haber alır da ararlar.” diye cevap verdi yengem.
Sonuç olarak müzeyi gezmek iki saatten fazla sürmedi. İlgi çekici eserler görüp seyir terasına ulaştığımızda güneş nehirde öyle parlak bir yansıma oluşturmuştu ki karşımızdaki manzaranın güzelliğine rağmen nehre bakmak zordu. Bir müddet fotoğraf çektikten sonra sıcağa daha fazla dayanamayıp bir ağacın altına sığındık.
Dayım aramış ve tamirin pek mümkün olmadığını söylemişti. Görünüşe göre arabanın radyatörü patlamıştı ve sipariş edilmesi gereken bir parça vardı. Yani günübirlik bir gezi planıyla geldiğimiz bu memlekette, bir kalede kalakalmıştık. Kaleyi gezerken aklımızın yarısı hep eve nasıl gidebileceğimizdeydi. Ama şimdi bulduğumuz bu büyük ağacın gölgesinde, hafif rüzgârın etkisiyle mayışmıştık. Kısa süre içinde hepimiz tatlı bir uykuya daldık.
Gözümüzü tekrar açtığımızda saatler geçmişti ve biz yeniden acıkmaya başlamıştık. Kalenin diğer ucundaki kafeye gitmeye karar verdik. Birkaç şişe su ve birer dondurma alıp sevinçle bir masaya oturduk ve şehre inmek için yol aramaya başladık. İnternete göre, yürüyerek en kestirme yol bile bir saatlik bir dağ yoluydu. Hepimiz göz ucuyla daha birkaç hafta önce fıtık ameliyatı geçirmiş olan yengeme baktık ve başka bir çare düşünmeye karar verdik.
“Şimdi boş verelim bunları da gecikmeden namazlarımızı kılalım, lavabolar sol taraftaymış.” dedi annem dondurmalarımızı bitirince. Abdestlerimizi alıp tazelenmiş bir şekilde bir köşede, otların üstüne serdiğimiz cep seccademizde namazlarımızı kıldık. Öyle böyle bütün günümüzü seyir terasında turistlerin meraklı bakışları arasında sere serpe geçirmiştik. Ama hâlâ eve nasıl döneceğimizi bilememek bizi gittikçe endişelendiriyordu.
Tam o sırada dayım tekrar aradı, “Kalenin ön kapısındayız, hadi gelin hemen.”
Merak içinde oraya gittiğimizde iki tane yeni model araba bizi karşıladı. İçlerinden çıkan dayım ve kuzenime baktık şaşkınlıkla. Dayım gülümseyerek yanımıza geldi.
“Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş. Tamirhanenin sahibi, çocukluktan kapı komşumuz çıktı!”
Meğer kuzenim, tamirhane sahibi ile durumumuzu konuşurken fark etmiş hemşehri olduklarını. Aynı sokak, aynı mahalle derken, dayımla çocukluktan arkadaş çıkmışlar ve memnuniyetle teklif etmiş bizi tren istasyonuna kadar götürmeyi.
Müzede bir gece olmasa da bir günümüzü geçirdiğimiz bu uzun yolculuğumuz böylece sona eriyordu. Hiçbir yol yokmuş gibi gözüken durumlarda bile farklı vesilelerle ihsanlarını bize ulaştırıyordu Rabbimiz. Hızır gibi yardımımıza gönderilen bu insan, bizim için bir şükür vesilesi oldu ve istasyona doğru yola koyulduk.