“Aç herkese açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül.”[1]
Kıyıda her zaman ümit vardır. En azından ben şu an bulunduğum geminin ve çalkantılı denizin içindeyken kıyıda ümit görüyorum. Uçsuz bucaksız bu denizin içindeyken mola için uğranacak olan bir liman herkese iyi gelir. Zira bütün mürettebat oradan oraya koşuşturuyor, ortada bir panik havası var. Daha fırtına başlamadı, ama o fırtına öncesi sessizliği bütün yolcular iliklerine kadar hissediyor; hepsinin surat ifadesi korku ve endişe dolu. Kıyıda bulmayı umduğum her neyse herkese iyi gelecek.
Kendimi kaybolmuş hissediyorum. Rotası belli bir gemide yolcuyum, ama sanki hep beraber kayboluyoruz. Düşüncelerim beni rüzgârdan hızlı bir şekilde sarıyor, içim ürperiyor, dışarıda durmanın bir işe yaramayacağını anlayınca kamarama geçiyorum. Kamaranın kapısını açar açmaz karşımda duran masa ve üstünde tekrar okunmayı bekleyen kitabımı görüyorum Odam tek kişilik; hemen sağda eski, demode, ayakları yere çivilenmiş bir yatak, onun karşısında aynalı, sadece birkaç parça eşyamın sığacağı kadar bir dolap ve ikisinin ortasında yine küçük bir masa. Yatak ile dolap arası üç büyük adımda bitiyor dolayısıyla odada volta atmam mümkün değil. Ben de çareyi her gün yaptığım gemi turlarında buluyorum. Baştan aşağıya toplam bir saat sürüyor. Yolda insanlarla sohbet edersem bu süre uzuyor, ama eğer düşünceliysem göz açıp kapayıncaya kadar tekrar odamda buluyorum kendimi.
Bu aralar çok düşünceliyim. Ara ara gelen düşünce sellerinde kayboluyorum. Biraz sancılı geçen bu süreçler şükür ki iyi şekilde neticeleniyor. Günlerdir beni meşgul eden düşünce ise bu gemi, yaptığım yolculuk ve içindeki insanlar, uğradığım limanlar ve orada karşılaştığım dostlarım. Bu yolculuk beni düşünüp sorgulamaya itiyor; ben neden buradayım, niye bu yolculuğu yapıyorum?
Daha ilkokuldayken ettiğim dualar geliyor aklıma: “Allah’ım bana da anne babamınki gibi bir yolculuk yapmayı, insanların kalblerine dokunabilmeyi nasip eyle.” Sonra şu veciz sözler geliyor aklıma: “Sen toprak ol, bağrına tohum atmayan atmasın. Sen su ol, ak mecranda; içmeyen içmesin. Sen güneş ol, şualarınla başları okşa; ondan istifade etmeyenler etmesin. Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Asıl mesele, olmaktır, senin olmandır; sen öyle olunca, esas kazanmış sayılırsın. Bugün olmazsa yarın, bir kısım kadirşinas insanlar, o çağlayana dudaklarını uzattıkları, o ağacın gölgesinde oturdukları zaman ‘Allah sizden razı olsun!’ derler.”[2]
Benim yapmam gereken sadece bir ağaç olmaktı; bir ağaç olup öyle büyümeliydim ki gölgeme sığınsınlar. Akan bir su olmaydım ve öyle uzunca bir yatağım olmalıydı ki kıtalar boyu insanlar su içebilsinler. Fakat ben ne o kadar büyük bir ağaç ne de kıtalar boyu akan bir nehirim. Ama ben tek başıma da değilim. Bu gemide benimle uzun zamandır yolculuk yapan yoldaşlarım ve her limanda bana katılan yeni dostlarım var. Her durduğumuz limanda bazen yeni insanlar tanıyor bazen de dostlarımızla hasbihâl ediyoruz. Böylece kıtalar uzunluğunda akan nehirler, altına milyonların sığabileceği ağaçlar beliriyor.
Tekrar kendime geldiğimde uzun zamandır burada olduğumu fark ediyorum. Keskin bir ses duyuyorum; geminin limana yaklaştığını haber veren sesi. Sonra o gri bulutlar ve sisler çekiliyor, tıpkı düşünce sellerinden kurtulduğum gibi ve yeniden kıyı gözüküyor. İnsanlar görüyorum umutla bizi bekleyen. Kıyıda her zaman ümit var.
Dipnotlar
[1] M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 113.
[2] M. Fethullah Gülen, “Sen tohum at, git!”, herkul.org/bamteli/sen-tohum-at-git/