İnsan, yaratılmışların en özeli, varlık âleminin özüdür, üsâresidir. Eskiler, ona “zübde-i âlem” demişler. O sadece bir ömür içinde gelip geçen bir canlı mıdır? Elbette bundan çok daha fazlasıdır. İnsan, canlılık âleminde hayat adlı eşsiz cevheri en mükemmel şekilde temsil etme şerefine nâil olmuş bir şahittir.
Akıl ve kalbin derinliklerinde yer alan hakikate dair bilgi, his ve düşünceyi bir arada işleyebilme özelliği, canlılar arasında yalnızca insana bahşedilmiştir. Bu yönüyle insan, niyet ve gayretleri doğrultusunda ihsân-ı ilahî olarak hak ettiği makama ulaşabilen eşsiz bir örnektir.
Onun karmaşık ve çok yönlü yapısı, asırlardır insanı anlama çabasını diri tutmuş; hikmet vâdilerinden gelen ilahî bilgilerle donatılmış bu gizemli varlığı keşfetme çabası hep sürüp gitmiştir.
Kimileri bu çabanın kıyısında kalmış, uzaktan seyretmekle yetinmiştir. Kimileri ise insanın sır dolu derinliklerine dalarak keşifler yapmaya muvaffak olmuştur. Ama hakikat şu ki, insan olgusu ve mâhiyeti her daim sorgulanmış ve anlamaya çalışılmıştır.
Alexis Carrel’in İnsan Denen Meçhul kitabında işaret ettiği gibi insan gerçekten meçhul müdür? Yoksa bu gizemin yanında onda keşfedilmeyi bekleyen âşikâr hakikatler de var mıdır?
Bu sorulara cevap ararken, insanın iki yönlü muhteşem bir varlık olduğunu da fark ederiz. Kur’ân’ın “ahsen-i takvîm” ifadesinde insanı çözümlemeye gayret ederiz. O, fizik ile metafiziğin, ruh ile bedenin kesiştiği düğümde renk renk görseller sunar görebilenlere. O, varlığı ile keşifler içinde yürür durur. Kimliği ile varlıklar arasında etkin bir nazar olur, Allah’ın varlık ve birliğine şâhit olur.
Aklı ve kalbi ile sınırsız bilgi ve duygu deryalarından nice kıymetli inci mercanlara vasıl olur. Kimi zaman su gibi ferahlatır kimi zaman ışık gibi karanlığı aydınlatır kimi zaman kalp ve ruhu mutmain eden bir azık ve rızık oluverir.
İnsan ilginç bir varlıktır. Bir yönüyle hem kâşiftir; sınırsızlık içinde sınırlı düğümleri keşfetmekle mükelleftir hem de keşfedilmesi gereken çok sırlarla dolu bir ebet yolcusudur.
İnsan, evrenin özüdür âdeta; okuyan ve okunan bir kitap misali. Her harfi, her satırı ayrı bir anlam taşır. Okundukça okunur, gelişir ve genişler; genişledikçe kucaklayıcı bir rehber olur.
Ancak bu karmaşık yapının hakkıyla anlaşılabilmesi, onun yalnızca görünen yönüyle değil, derinlikleriyle de ele alınmasıyla mümkündür. İnsan, sadece maddî yönüyle değerlendirilirse, pırlantayı sıradan bir taş gibi görmekten öteye geçilemez.
Bu nedenle insanı anlamak ve anlatmak, sabırlı bir rehberin kılavuzluğunu gerektirir. Kur’ân, kâinat kitabını tercüme eden bir ilimdir. Onun baş muallimi Hz. Muhammed (s.a.s.), hem Kur’ân’ı en iyi anlayan hem de insanlığın gerçek mahiyetini tarif eden bir rehberdir.
İnsanın bedeni ve ruhu üzerinde yapılan her bir keşif, Allah’ın hikmet ve kudretini gösterir. Mümin, gördüğü bilimsel hakikatler karşısında kayıtsız kalmaz. Gökyüzüne bakar, “Rabbim, sen bunları boşuna yaratmadın!” diyerek hayret ve hayranlığını ifade eder. Yeryüzüne nazar eder; bulutları, ağaçları, hayvanları ve insanları bir sanatkârın eşsiz eserleri olarak görür ve Yaradan’a hamd ve şükürle yönelir.
İnsanın bu idrake ulaşması ancak eğitimle mümkündür. Akıl, kalp ve ruhun sürekli beslenmesiyle insan, kendi kabiliyetlerini geliştirebilir. Çocuklar ve gençler de ancak anlamlı ve sağlam bir eğitimle çiçekler gibi açabilir.
Çiçekler su ister; insanlarsa bilgi, sevgi ve rehberlik…
Herkesin bulunduğu yerde dokunacağı bir gönül mutlaka vardır. Belki de dokunduğu bir fidan misali gönül, binlerce çiçeğin açmasına vesile olacaktır. İşte bu nedenle, Efendimiz (s.a.s.) “Benden duyduklarınızı bir ayet dahi olsa başkalarına aktarın” buyurarak bilgi ve hakikatleri paylaşmayı tavsiye etmiştir.
Bilgi akarsu gibi olmalı; sürekli taze, duru ve çekici. Günümüzde bu bilgiye ulaşmak ve paylaşmak çok kolaylaştı. Herkes, bulunduğu yerden milyonlara ulaşabiliyor. Bu nimetler tıpkı Belkıs’ın tahtının bir anda Hz. Süleyman’a getirilmesi gibi büyük bir lütuftur. Ancak bu nimetler şükürle buluşmazsa bizden uzaklaşabilir.
Çiçekler gibi olmak; solmadan, pörsümeden, baharlardan öte bir hayat yaşamak, ancak Kur’ân hakikatlerine bağlı kalmakla mümkündür. Rahmet yağmurları ile sulanarak yeni nesilleri bu hakikatlere taşımak ve onların da çiçekler gibi açmasına vesile olmak, insanın en ulvi gayesi olmalıdır.
İnsan… Başta dediğimiz gibi, onu anlamak ve ona kendisini anlatmak…
Çiçekler su ister; insan bilgi, ilgi ve sevgi… Başka söze ne hacet!