Edebiyat Hatice Aydın Kasım 2021

Karar

Pencerenin demir korkuluğuna oturup aşağı sarkıttığı ayakları sallanıyordu. Başını yukarı çevirmiş, gözlerini bulutlara dikmiş, pür dikkat izliyordu. Şuradaki kocaman kabuğu ve geride bıraktığı izlerle tam bir salyangoza benziyordu işte. Onun gerisindeki, kuyruğu denizin içinde bir balinaydı. Bir havaya su fışkırtması eksikti. Annesi içeriden seslendi: “Kızım koş, koş çabuk!”

Vagonun sarsılmasıyla gözlerini birden açtı. Buna sarsılma denemezdi aslında. Alıştığından artık duymadığı ses ve hareket senkronunu bozan bir sallanma… Raylar arasındaki ufak bir boşluktan geçmiş olacaktı tren.

Ne düşünüyordu gözleri kapalı? Hah, ilk anıları. Annesi çağırıyordu onu. Sonra? Ama bir dakika… Bu kendi anısı olamazdı. Burada kendini dışarıdan izliyordu. Annesinin anlattığı bir hatırayı hayal ediyor olsa gerekti. Yoksa olabilir miydi? İnsan hafızasının içinde, kendini dışarıdan izleyebilir miydi? Bilemedi.

Aslında şu malum meseleyi düşünmemek, aklından uzak tutmak için icat ettiği bir oyundu bu. Ne var ki çağrılmadan gelmiş, zihninin baş köşesine kurulmuştu işte. Müşkül bir konuda karar vermesi gerekiyordu. Günlerce ertelemişti bunu. Başka meşgalelerle oyalamıştı kendini. Ama bu yolculukta, tam da şimdi halledilecekti artık. Yol bitmek üzereydi.

Gel gör ki bu zor iş karşısında kendini çok güçsüz ve çaresiz hissediyordu. Bir karar almak için düşünmek nasıl bu kadar zahmetli olabilirdi, aklı ermiyordu. Derin bir nefes aldı. Kesik kesik aldığı nefesini bir çırpıda verdi: “Of!”

Deminden beri pencereden yana olan boş bakışları, yanından geçmekte oldukları mütevazı dağı seçti. Bu gösterişsiz güzellik ilgisini çekmişti şimdi. Biraz dikkatlice bakınca, kimine güneş çalınmış, kimi gölgeye sokulmuş, fakat hepsi rüzgâra ayak uydurmuş, kıpırdanmakta olan bir yeşil cümbüşü fark ediliyordu. Başını biraz yukarı kaldırınca, dağı kuşatan uçsuz bucaksız maviliği ayırt etti, parıldadı gözleri. İçi açıldı. Çocukken çizdiği resimlerdeki gibi, altı yassı, üstü kabarık, birkaç bulut telaşsızca süzülüyordu. Ama kendi resimlerindeki gibi gökyüzü beyaz, bulutlar mavi değildi. Tam tersiydi.

Tren yavaşlamaya başladı. Bulutları benzetme oyununa başlayacaktı ki bir kara sinek gelip kondu camın dışına. Gayriihtiyarî sineğe kaydı bakışları. Biraz gezindi hayvan, bacaklarını ovuşturdu, yüzünü ve kanatlarını temizledi. Sonra üstü açık pencereden içeri girdi. İlk başta kovalamaya yeltendiyse de vazgeçti, izlemeye devam etti sineği. Birkaç tur attıktan sonra, kompartımanın kapısının canlı yeşil perdesine kondu. Dağdaki yeşilliğin yanında bu perdenin iddialı parlaklığı samimiyetsiz geldi ona.

Sineğe odaklandı tekrar. Şöyle bir sinek olsaydı, hiç böyle dertleri olmayacaktı. Tercihler, sorumluluklar… Düşündü, sinek olmaya da hiç razı gelmedi gönlü. Ona sorulsaydı da tâ en başta, yine tercih etmeyi seçerdi.

Pencereden yana çevirdi başını tekrar, dışarı baktı. Şu hayat kaynayan yeşillik, şu alabildiğine mavilik, şu hâlinden memnun bulutlar, şu rızkı peşindeki kara sinek. Hepsini bir idare eden vardı. O’nu vekil tayin etti içinden. Derin bir nefes daha aldı. Göğsü ümitle doldu bu sefer.

İstasyonu anons ediliyordu. Kalktı, başının üzerindeki bölmeden bavulunu indirdi. Perdedeki sineğe takıldı gözleri. Hayret ve minnetle baktı bu defa. Gülümsedi. Kararını vermişti. Sürgülü kapı açılırken sinek havalandı.