Evdeki herkes uyuyordu. Abajur, ışığını dağıtmamak ve gözlerime zarar vermemek için âdeta çırpınıyordu. Odadaki tek ses, elimdeki kitabın sayfalarının hışırtısıydı. Her sayfa çevirişimde abajur göz kırpar gibi yayılan ışığını titretiyor ve sözüm ona beni onaylıyordu. Gözbebeklerim satırın bir tarafından diğer tarafına gezinirken bütün hücrelerim yaptığım işe destek veriyordu. Büyük bir alkış alan beyin hücrelerim de el ele tutuşuyorlardı sanki. Kolay değildi bir kitabı anlamak için sarf edilen enerji. Zira iki hafta önce bir taziyeye gitmiş ve bugün de uzun süre tedavi gören bir tanıdığımın kanserinin beynine sıçradığını öğrenmiştim. Zihnim sürekli bu konuyla meşgul oluyor ve beni tefekküre sevk ediyordu. Aslında insan hiçliğini ve acizliğini ne kadar fark ederse Allah’ın (celle celâluhu) sonsuzluğunu da o kadar hissediyor, dahası hesap gününe olan inancımızı artırıyordu. Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) şu sözü aklıma geliyordu: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” Hayatımızdan, günlük telaşelerden ve daha bin bir türlü işlerimizin içerisinden sürekli ertelediğimiz kocaman bir gerçek vardı: “Ölüm”.
Bu dünyada yaşamak ya da hayatta kalmak en önemli arzularımızdan biridir. Hücrelerimin hayatlarını devam ettirmesi için komutları veren Yaradan, bana neyi anlatmak istiyordu? Hayatımın üzerinde hangi sır perdeleri örtülmüştü? “Haydi, sabah oldu, kalkın artık!” nidasıyla bu minik ve şirin canlıları hakikate uyandırmak istiyordum.
Gel gelelim tıp veya biyoloji konusunda fazla bir malumata sahip değildim ki hücrelerin işleyişini anlatayım. Fakat “Her nimetin şükrü kendi cinsindendir.” deyip ben de “yazar hücre”lerimde soluğu alıverdim. Kelimeleri âdeta sırtlarında taşıyıp önüme koyuyorlardı şimdi. Hele hatırlamakta zorlandığımda kim bilir neler oluyordu! Trilyonlarca hücremden acaba kaç tanesi bu işte istihdam ediliyordu?
Sayfa sesleri yerini klavye sesine bırakmıştı. Gece gece beyin hücrelerini ayağa kaldırmış olmam yetmezmiş gibi şimdi parmaklarımdakiler “tık tık” diye bir o tuşa bir bu tuşa basmak için yarışıyorlardı. Elbette bu arada diğer hücrelerim de ilahî emirlere itaat ederek bu durumu aksatmayacak bir şekilde faaliyetlerine devam ediyordu.
Kafamı bir ara yukarı kaldırdım. Işık saçmak için abajurla inatlaşan ve penceremden sızmaya çalışan sokak ışığına bir de gökyüzündeki yıldızlar eklenmişti. Bu yarışı açık ara yıldızlar kazanmıştı. Yaradan El-Müzeyyin (Süsleyen) ismiyle gökyüzünü ne güzel de donatmıştı! Bu ismi hisseden ve gören kalb durur muydu? En çok da onu ilgilenlendiriyordu bu mesele. Çünkü manevî kalb, duygularla da mümtezic (birleşik) hâldedir. Sanki fazla mesaiye kalıyordu durmadan. Rahman u Rahîm’in şefkatini burada hissediyordum işte. Ellerimi sinemin sol tarafında sıkıca birleştirip vücudumun yapı taşlarına buradan hitap ediyordum şimdi: “Sizler bana verilen birer emanetsiniz. Sizleri seviyorum!” diye sessizce haykırıyordum. Beynimiz aracılık yapsa da hislerimizin hüzmeleri kalbimize yansır. Dedim ya yazmaya meftun olan ve kalemi büyük azimle taşıyan “edebiyatçı hücrelerim” sahnede işte! Hücrelerime olan yolculuğumun yavaşça sonuna geliyordum. Göz kapaklarım yavaş yavaş kapanıyordu. Ayaklarım beni yatağa götürmek için hareketlenmişlerdi. Kim bilir bu arada hangi organlardaki hangi hücrelerde ne tür değişiklikler olmuştu.
Günlük hesabımın ne kadarını verebilmiştim bilemiyorum, ama birden masadaki bir defterde yazılı olan bir âyete gözüm ilişmişti: “Ancak şu var ki dönüş (tevbe) yapıp iman edenler güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Furkan, 25/70).
Bu tefekkür yolculuğuyla birlikte görülemeyecek kadar minik olan hücrelerim nasıl da bir bayram havasındaydı! Artık derin bir huzura kavuşmuştum.