“Onsuz yaşamayı düşünemediğin birine, nasıl veda edebilirsin.”[1]
Okuduğum bu cümle ile kalbime farklı duygular yüklenirken, bunun altından kalkmaya çalışıyorum. Veda kelimesinin hissettirdiği korku, baş edilemezmiş gibi geliyor.
Zihnimde veda ile ilgili çok fazla düşünce döner olmuştu şu son dönemlerde. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığını fark etmem miydi bundaki sebep, yoksa her an bir şeyler elimden kayıp gidecekmiş gibi hissetmem mi, bilinmez. Fakat en zoru, herhâlde en çok bağlandığını kaybetmek olmalı. Düşününce “Nasıl dayanmışlar?” diyeceğim bu olayların, insanlar üstesinden geliyorlardı.
Bu Yaradan’ın hususî bir ihsanı değildi de neydi?
Aklıma takılan başka mevzu da buydu işte. İnsana en zor gelen kayıp, en değerli olandır hep. Mesela, diyorum içimden, nasıl veda ettiler Sana. Nasıl da mahvoldular ardından ya Resûlallah! Şüphe edilmez ki onların en değerlileri Sendin. Nasıl bir sabır nasip etti onlara Allah?
Nasıl ağladı toprağının başında şecaat timsali Hazreti Ali (kerremallâhu vechehû), nasıl da istemiştir yanına kıvrılmayı.
Peki ya Hazreti Ömer? Senin “yürüyüşü ile ölümü korkutan” dediğin o gözü pek sahabi, nasıl da ızdırap duymuştur yokluğunda…
Çocukluğundan beri Senin dizlerinin dibinden ayrılmayan Hazreti Aişe’nin hıçkırıkları nasıl da kalmıştır boğazında…
Senin kanından tek kişi, o kutlu kişi, Fatıma, bilmesine rağmen ilk Senin yanına geleceğini, yine de nasıl tahammül etmiştir ayrılığına…
Senin omuzlarından indirmediğin, başlarını okşayarak sevdiğin, ama insanların kıydığı Hazreti Hasan ve Hüseyin, neler hissetmiştir, kim bilir?
Evinin her köşesine gül kokusunun sindiği Ebu Eyyûb el-Ensarî, o evde nasıl gezebilir bir daha rahatça?
“Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah’a baksın!” Yeryüzünde attığı her adım, etrafa hüzün yaymamış mıdır ey Nebi?
Dostun, yol arkadaşın, Hicret arkadaşın Ebu Bekir görmemiş midir her baktığı yerde seni, ya Resulallah?
Damadın, cömertliği ile dillere düşmüş o büyük Halife, Osman’ın, nasıl da titremiştir yokluğunda…
Koca orduları yöneten, şehirleri fetheden, “Allah’ın kılıcı” lakabını verdiğin Halid b. Velid küçülmüştür senin yokluğunda.
İslam’ın siyah incisi, Bilal Habeşi… Okurken nasıl da zorlanmıştır senden sonra o güzel sesi ile ezanı. Sesi titremeden okuyabilmiş midir Ya Resulallah?
Daha nicesi var, ama benim kalemimin mürekkebine düşenler bunlar.
Ben en ufak bir eşyamın kaybında bile üzülüp sinirlenirken, onlar neler yaşadılar?
Allah nasıl bir tahammül ve sabır nasip etti ki dayandılar o günlerde.
Gerçi öbür tarafta da ne mutlu olmuşlardır kutlu şehitlerin.
İlk öğretmeni İslam’ın… O yakışıklı genç, Mus’ab b. Umeyr… Nasıl mutlu olmuştur ya Resulallah?
“Hangisine sevineceğimi bilmiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?” O Cafer’inin gözlerinden düşmemiş midir mutluluk gözyaşları ya Nebi sana geldiğinde?
Ya evlatların, Zeynep’in, Gülsüm’ün ve de Kasım’ın; işte o an hissedilmiştir gerçek Cennet havası.
Ya Hamza? Aslanlar ile güreşen o devasa adam, çocuklar gibi şen şakrak olmamış mıdır Sana kavuşunca?
Ya Hatice’n, gönlünün yarası…
Bu düşünceler içerisinde derin bir nefes çekiyorum ve işittiğim o kutlu ses ile dışarıya çeviriyorum bakışlarımı.
Ezan sesinde huzuru buluyorum.
Bitene kadar dinliyorum, sonra penceremi kapatıyorum.
Yöneliyorum seccademe ve sabah namazının huzuruna eriyorum. Hiç şüphe yok ki en büyük huzur bu işte.
Kapanıyorum secdeye. Sadece O anlar beni tam anlamı ile. O çare olur her derdime. Yakarıyorum ellerimi açarak.
“Allah’ım, Sen bana Hazreti Eyyüb’ün sabrını, Hazreti Hatice’nin edebini nasip eyle. Efendimize kavuşanlardan eyle.”
Âmin.
[1] Serkan Karaismailoğlu, Pia Mater, İstanbul: Elma Yayınevi, 2019, s. 275.