Uzun geçmişinden sana kadar iç içe çöküntülerin çilekeş nesli olma bahtsızlığına mazhar, bir ikincisi gösterilemez. Tavanı fareleri bile barındıramayan bir yığın enkaz arasında, canhıraş feryatların hiçbir işe yaramadığını sana nasıl anlatalım bilmem ki… Sen bugün var kuvvetinle bağırıyor, etrafına bir şeyler anlatmak istiyorsun. Söyle, sesini duyan, sözünü dinleyen birisi çıktı mı şimdiye kadar? Çevrendeki demir çembere çarpıp sert bir dönüşle kulaklarını dolduran çığlıkların yankısı, bir şey anlatmıyor mu sana? Sesine ses veren kendi feryadın. Hayale ver dileğin, duyulur yâdın. Seni, sana anlatmak… Şerha şerha dertlerini dile getirmek. Merhamete çok muhtaç olduğun hâlde, merhametsizlerin kucağında olduğunu isbat edebilmek… Ah! Âb-ı hayat musluklarından daha mukaddes anne memesi yerine, ağzına sokuşturdukları ve senin durmadan massedegeldiğin şeyin, mayasıl memesi kadar dahi haysiyetli olmadığını sana bir anlatabilsem… Sana, tüy tüy ellerinle diken toplatanlar ihtimamkârların olmasaydı, belki sana bir şeyler anlatmak mümkün olabilirdi. Hâlbuki etekleri alevlenen öz mürebbiyenin beraberinde yanışına aldırış bile ettiği yok…
Salhanede boğazlanmak üzere sıra bekleyenlere eli bıçak tutan kasabın şefkatli olduğu iddia edilebilir. Fakat can damarına dokunurken yatırılma lütfundan dahi mahrum bırakılan sen, cellâdının şefkatsizliğini idrake muktedir değilsin. Eli kanlı, üstü kanlı, gözü kanlı bir çetenin hudutsuz emellerine, mezbuhâne gayretlerine, oyuncak camidiyetiyle karışmaman mümkün mü? Ve yarın, hep yeni bir arzunun esiri olmayacağına teminat verebilir misin? Bu iç içe sorulara “Evet” diye cevap veremeyeceksin. Çünkü uyuzlu buzağının sırtını kaşımayı reva görmedikleri tırnaklarla, senin kalbini ve ciğerlerini tırmalayan baba ve anneler, sızlanışındaki ma’nâyı anlayamama ve ümit mumunun altındaki tahtanın yanış felâketine nüfuz edememe basiretsizliği içinde kaldıkları müddet, senin için varoluştan nasip, hayal şatosunda rüzgâr avize… Kim bilir asıl varoluştan ve yaratılışa uygun bulunuştan nasipsiz şu maskeliler arasında, yüzü sana tebessüm edişin samimî çizgilerini taşıyan birini, daha ne kadar arayacaksın. Ellerde oyuncak olduğun çocukluk, duyguların esiri gençlik, seni hayatiyet nüvenden uzaklaştırdığı için, uzuvların birbirine isyan hengâmı olan ihtiyarlığında, aradığını bulabilmen hepten imkânsız olacaktır. Böylece sen, aşma mecburiyetinde olduğun hudutları hiçbir zaman aşamayacaksın.
Perişansın, perişan olmayan bilmez ki… Cevher kadrini, cevherci olmayan bilmez ki…
Biz bir cihada atıldık. Ama yalnız senin ızdırap türkünü söylüyoruz. Evet, yaptığımız sadece bu. Zaman senin dilinden anlar birini kaydeder mi? Bilmiyorum ama; biz bu vadide kör ve sağırız.
Bir gün omuzlarımızda teraküm etmiş günahlarla karşına çıkarsak, sana reva gördüğümüz şeylerden dolayı bizi kınama. Ben topyekûn mücrimler için senden merhamet dileniyorum:
“Bizi affet yavru, seni anlayamadık.”
Not: Bu yazı, ilk olarak Gurbet dergisinin 1.10.1966 tarihli 11. sayısında neşredilmiştir.