Bir buçuk saatlik dersim bitmişti; diz üstü bilgisayarımı kapattım. Geçen hafta verilen ödevimi yapmamıştım, daha doğrusu yapmak epey zor geldiği için çok da üzerinde durmadım. Günde bir saat yürüyüş… Telefon, hiçbir elektronik âlet olmadan. Kendimle baş başa… Açıkçası hiç cazip gelmiyordu. Nefsime ağır geldiğinden olsa gerek, aynı zamanda öfkelendiriyordu da beni. Yine de bu hafta elimden geldiğince yapmaya çalışayım dedim. Hâlâ zor geliyor. Çok ağır. Kafamın içindeki sesleri duymak istemiyorum ki ben! Zaten onlardan kaçmak istediğim için sürekli bir şeylerle meşgul oluyorum ya! Nereden çıktı şimdi bu tek başına yürüyüş!
Ertesi gün öğleye doğruydu. “Ben çıkıyorum.” dedim gülümseyerek. Annemin yanağına bir buse kondurdum. “Görüşürüz anneciğim, kızın tefekkür yürüyüşüne çıkıyor.” Espriye vuruyorum kendimce! Güzelleştirmeye çalışıyorum, ama aslında zorlanıyorum. İçimde hâlâ öfke var, ama dışım gülüyor. Telefonuma bağımlıyım. Yakın çevreme bir saat olmayacağımı haber verip zorlu yolculuğuma çıkıyorum. Zorlu yolculuk: Kendimle baş başa kalma saati…
Evden çıktım. Hava parçalı bulutlu. Keskin bir soğuk yok, ama terleten sıcak da yok. Serin… Çoğunluğun “güzel” diyeceği bir hava. Etraf bulutlardan ötürü hafif gri. Evler klasik kahve tonlarında. Yürüyüş yoluna doğru ilerledim. Gri kaldırım ve hemen yanında yine kahve-kırmızıya yakın bir tonda bisiklet yolu. Bu yolun rengi hoşuma gidiyor. Griden iyidir. Yerde kar ve yağmurdan ıslanmış ağaç yaprakları var. Yine turuncu ve kahve tonları. Ama ben yeşili severim. Ne oldu şimdi, çıktım dışarı iyi mi geldi yani! Yaprakların rengi bile şu an gözüme batıyor. Keşke yeşil olsalar. Havada daha çok güneş olsa. Gri bulutlar gitse. Masmavi gökyüzünde kaybolmuş kutup yıldızları olsa. Beyaz bulutlar görsem, pamuk şekerlerden yapılmış. O bulutları şekillere benzetsem, eğlensem. Ama yok! Gökyüzü gri. Şu an bunu değiştiremiyorum.
Yürümeye devam ediyorum, kol saatimi aldım yanıma. Bir saate eve döneyim, telefonum yok, bari saatim olsun. Henüz sadece dokuz dakika geçmiş. Bir gölcük görüyorum. Aslında hep yanından geçtiğim bir gölcük. Yürüyüş yolunun hemen yanında. Daha önce neden hiç yanına uğramadım ki? Yaklaşıyorum, seyrediyorum. Rüzgârın hafif dokunuşlarıyla oluşan dalgaları izliyorum. Yarış hâlinde gibiler. Gülümsüyorum. Yerde yeşil, hafif ıslak çimler ve yine üzerine düşmüş olan turuncu yapraklar var. Bu sefer gözüme batmıyor. Ne hoş bir renk cümbüşü. Başımı kaldırıp yapraksız dalları seyre dalıyorum. Oluşturdukları girift düzene odaklanıyorum. Bu zahirî karmaşıklığın içinde bir düzen olduğunu fark ediyorum. Kameraya kaydeder edasıyla dikkatlice seyrediyorum. Unutmak istemiyorum bu görüntüyü. Telefonum olsaydı belki de bu kadar uzun temaşa etmezdim.
Bir süre burada düşüncelere daldıktan sonra yürüyüşüme devam ediyorum. Bu sefer yüzümde bir tebessüm var. Dikkatlice seyrediyorum etrafı. Görsel hafızama kaydolsun istiyorum. Yanımdan geçen her yaşta insan var. Kimi bisiklet sürüyor, kimi motosiklet. Bazısı yaya gitmeyi tercih etmiş tek başına, bazıları eşleriyle yürüyor. Araba geçiyor hemen önümden, arka koltuğunda oturan köpek, camdan bana bakıyor. Tekrar gülümsüyorum. Sanırım o kadar da kötü değilmiş bu yürüyüş. Çok tuhaf arabalar geçiyor. Tek kapılı kırmızı bir araba, klasik model, antika, gri kahve tonlarında, eski Amerikan filmlerinde gördüğüm gibi.
Gözlerimi kapatıp duruyorum bir an. Odaklanmak ve anda kalmak istiyorum. Zihnim sussun ve sadece anda kalayım. Seslerin karmaşıklığı hoşuma gidiyor. Bir de gözümü kapattığımda oluşan renk değişiklikleri bana komik geliyor. Pembe, kırmızı ve sarı sırayla yer değiştiriyor. Güneş gözüme vurduğundan olsa gerek.
Güneş… Bir gün bizim de hayatımızda güneş açacak mı? Zihnim yine konuşmaya başladı. Susuz kalıp solmuş çiçekler gibiyiz. Biraz su, biraz güneş ve az ilgi görsek eskisi gibi toparlanacağız. Bu öfkem ve asabî hâllerim yorgunluğumdan (susuzluğumdan) aslında. Güneşi çok özledim. Zihnim çok yorgun hissediyor. Benim gibi çok insan var, biliyorum. Ümitlenmek istiyorum. Güneşi göreceğimize, baharın geleceğine, tekrar kahkahalar atacağımız günlere kavuşmak ve ağlamak istiyorum ben. Mutluluktan ağlamak istiyorum.
Özür dilerim Allah’ım. Bazen isyankâr hâlim beni ele geçiriyor. Böyle olmak istemiyorum. Yanımdan 60’lı yaşlarda bir hanımefendi geçiyor. Masmavi bir eşofman takımı giymiş ve koşuyor. “Hoi!” diye selam verip gülümsüyor. Birden ben de gülümsüyorum ve karşılık veriyorum. Yabancı bir ülkede olup bana selam verilmesi, yok sayılmadığımı görmek umutlandırıyor beni.
Orman yoluna giriyorum. Yollar çamur, ama yine de yürümeye değer. Ayaklarımı yere bastıkça çamur sesleri yükseliyor. “Biz insanı kara çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr, 15/26). Çamurdan yaratıldığımızı, Kudreti Sonsuz Rabbimi hatırlıyorum. Gözlerim doluyor, ağlamak istiyorum. Utanıyorum isyankâr hâllerimden. Çok utanıyorum kendimden. Bu haftaki diğer ödevim olan hikmetli sözü söylerken buluyorum kendimi: Allah, her şeyi güzel yapar…
Hayatımın belki kış mevsiminde olabilirim şu an. Ama her kış olduğu gibi bu kış da sona erecek ve bahar gelecek. Yaratılan hiçbir şey boşuna olmadığı gibi, yaşanılan hiçbir şey de boşuna yaşanmadı. Bu kış büyümem için biraz zorlu geçiyor belki, ama bahara güzel bir giriş yapacağımı hissetmeye başlıyorum dönüş yolunda. Öfkem gitti sanki. Yürüyüş bana iyi geldi. Saate bakıyorum, 45 dakika geçmiş. Eve giriyorum sonunda. Soğan kokusu evi sarmış yine. Bu koku annemin evde olduğunu gösteren bir işaret. Acaba bugün menümüzde hangi leziz yemek var?