Bir sonbahar günüydü. Evimin penceresinden görünen ağaçları ve onları bir bir terk eden yaprakları izliyordum. Evden ayrılan yaprak mı daha hüzünlü yoksa onca evladını toprağa emanet eden ağaç mı diye de düşünüyordum. Sararmış yaprakların yere düşerken bir balerin edasında rüzgarla dans edişine dalmış tefekkür ediyordum.
Buraya taşınalı çok olmamıştı. Gurbette birkaç yer dolaştıktan sonra, en sonunda bu ev nasip olmuştu. Düzenimi yeni yeni kuruyordum.Evin hemen yanında, Fransa’nın büyük nehirlerinden biri olan Rhône Nehri, küçük bir dere oluşturmuştu. Bu dereyi ortasına alan şirin bir orman vardı.. Küçüklüğümde ulaşmak için dikenleriyle savaştığım böğürtlenlerden (buranin neden sari olduğunu anlamadım kusura bakmayın )burada bolca vardı. Şimdi tecrübe kazandığım için, dikenlerine dokunmadan o şeker tulumbacıklarını alabiliyordum. Olgunlaşmış olanları ayrı bir seviyorum ama yeşilden kırmızıya dönme evresinde olup ekşi olanlara da ayrı bir hayranım.
Sabahları, az şekerli kahvemi termosuma koyup ormanın göğe değecekmiş gibi duran ağaçları arasındaki patikada yürümeyi kendime adet edindim. Burası benim için bir tefekkür ve muhasebe merkezi. Gurbetin üzerimde bıraktığı yükleri burada hafifletmeye çalışıyorum. Eski beni bulmaya çalıştığım bir menzil. Büyük cihatla yakapaça olduğum, yürürken nefsimi hesaba çekmeye çalıştığım fakat çoğu zaman onun beni hesaba çektiği bir yer.
Yürüyüşüm esnasında dere bir yandan akarken zihnimde de düşünceler akıp gidiyor ve beni bilmediğim diyarlara götürüyor. Öyle zamanlar oluyor ki, bu doğa harikasının ortasında bir savaş yaşanıyor. Zihnimi yiyip bitiren düşüncelerin sarmalında kayboluyorum. Nöronlarımın yenilgiyi baştan kabullenmiş askerler gibi yeis bataklığında boğulup gittiğini hissediyorum. Nedenler ve keşkelerle dolu fasit bir dairede dönüp duruyorum. Bu dönüş, Mevlevilerinki gibi hayırlı bir dönüş değil ne yazık ki. Beni bana unutturan, geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin kaygıları arasında bir medcezir.
Yaşadıklarımdan dolayı “Neden? Niçin? Nasıl?” nidaları ve sorgulamaları ruhumu esir alıyor. Başımın içindeki bu yankıyı durdurmak için yürüyüşümü hızlandırıyor, çözüm bulamayınca patikanın sonuna doğru gözyaşları içinde koşuyorum. Koşmak değil aslında yüzleşmek istemediklerimden kaçıyorum.
Bugün sabah ormana gitmektense onun hemen yanından geçen tren raylarının üzerinde yürümeye karar verdim. Ayda yılda bir tren geçiyor nasıl olsa diyerek kahvem elimde bir yandan ağaçları izliyor, bir yandan da rayların ortasına düzenli şekilde dizilmiş taşlara bakıyordum. Güneş henüz tuluğa ermiş ve onun yakuttan çubukları dalların arasından sıyrılıp rayların üzerine yansıyordu. Sessizlik, bazen kuş cıvıltılarıyla bölünsede, bir süre sonra şafağın hâkimi benim dercesine hükümranlığını genel itibarıyla sürdürüyordu.
Bu sessizlikte ilerlerken birden ormandakine benzer fasit düşünce ordusundaki atların ayak seslerini işitmeye başladım. Anlaşılan burada da beni yalnız bırakmayacaklardı.
Biraz daha yürüdükten sonra birden yüreğimi hoplatacak bir ses duydum. Yüreğim ağzıma gelmişti. Raylar titremeye başlamış, ses ise giderek yaklaşıyordu. Aman Allahım, aklımı mı yitirdim derken arkamı dönüp bakmak geldi aklıma. Arkamda kara dumanı tüterek bana doğru hızla gelen treni gördüm. Kendimi hemen tren yolunun kenarına attım.
Tren vagonları gözümün önünden bir bir eksilirken, tüm tehlike geçmiş ve nefes alışım düzelmeye başlamıştı. Tren rayına mesafem sadece iki metre olmasına karşın, bendeki bu rahatlık normal değildi. Oysa biraz önce ölümle burun buruna gelmiştim. Trenden beni kurtaran bu kadar kısa bir mesafe değildi. Çünkü kara dumanlı hala çok yakınımdaydı fakat kendi yolunda…
Bunları düşünürken yıllar önce bir sohbet meclisinde yapılan bir ders geldi aklıma. Ders, zihnimde kelimeleri ile tekrar etmeye başladı ve beni farklı bir hal aldı.
Üstad Bediüzzaman, bir gün doğu illerini temsilen Sultan Reşad’a Rumeli’ye giderken bir tren yolculuğunda eşlik etmiş. Trende iki aydın Üstad’ı görmüş ve ona ümitsiz bir edayla İslamiyetedair bazı sorular sormuşlar. Sorularına bir temsil ile cevap vermek isteyen Üstad, o bilginlere başlarını trenin penceresinden çıkarmalarını söylemiş.
Altı yaşına girmemiş bir çocuğun(bu ifade üstada ait bir hikmete binaen böyle kullanmıştır diyerek bu şekilde yazmıştım, uygun bulunmazsa altı yaşında bir çocukta yazılabilir ) tren rayının hemen yanında olduğunu görmüşler. Üstad: “İşte bakınız bu çocuk hal diliyle haber veriyor. Bu trenin dehşeti, gürültüsü ve bağırması onu korkutmuyor. Trene bir metre duran çocuk, hal diliyle mükemmel hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlık ile o trene diyor ki: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın. Sen bir nizamın erisin, senin gem’in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Hadi kumandanın izniyle yolundan git.'”
Üstad devamla bu hadise karşısında hem o aydınlara hem de 50 sene sonraki bu sözleri işiten bizlere özetle şunları söylüyor: “Bu çocuğu korkutmayan şey, o çocuğun masum kalbinde olan, bu trenin birinin emri altında olduğuna ve kendi yolundan çıkamayacağına olan imanıdır. O halde başınızı kaldırıp bakınız. Bu giden araçlara, gemilere, zerreden yıldızlara kadar işler ve olaylara emreden, her şeyi hikmetli, sanatlı ve mükemmel şekilde yapan bir Sani-i Hakim var. Kimin kalbinde imandan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmaz ve bir dayanak noktası olmaz ise manevi kuvveti yıkılır ve vicdanı tefessüh eder.”
Bana yönelik ders açıktı. Her şeyi olduğu gibi sebepleri de Allah yaratmıştır ve yaşanan zahiren sıkıntılı hadiselerden sonra yine O’na iltica edilmelidir. Çünkü her şey O’nun emri altındadır.
Sebepler; merhameti ve hikmeti sonsuz yüce Allah’ın perde arkasından nimet ve ihsanlarını takıp hayat sahiplerine uzattığı ipler gibidir. O ipe sıkıca sarılmalı içinde bulunan hal ne olursa olsun küfür hali dışında şükür etmeli ve Yunusvari lütfunda hoş kahrında hoş ufkunda hayatımızı sürdürmeliyiz.
Güneş ışınları artık rayları değil, sanki zihnimi ve vicdanımı aydınlatıyordu. Hafakanların birer birer kaçtığını hissediyordum. Sebepler teker teker anlama kavuşuyordu. Yeis ümide, kaygı ve pişmanlık sabr-ı cemile, keşkeler, ahu vahlar ve sorgulamalar ise elhamdülillah’lara dönmüştü.
Yanında durduğum raylara tekrar baktım. Geçmiş ve şu anki halim arasında düşünürken dilimde şu ayet-i kerimeyi tekrar eder oldum:
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ (Ali İmran Suresi 8.Ayet)
Mealen, (ve şöyle yalvarırlar:) “Ey bizim kerim Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhabSensin Sen!”
Dipnot
Tarihçeyi Hayat. Sahdamar Yayınları, s. 98.
Öztürk, Yener. “Sebeplerin Sorgulanması.” Sızıntı Dergisi, sayı 92, 2011.
Yıldırım, Suat. Kur’an-ı Kerim Meali.