Bazı insanların hayatında kitapların farklı bir yeri vardır. Ellerinde hep okunacak bir kitap bulunur. Yeni çıkanları takip edip kütüphanelerinin doluluğu ile mutlu olurlar. Bu kitapseverlerden biri olan ve sevgisini işi hâline getiren editör ve spiker Yüsra Mesude ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. “Evdeki kitaplığın hacminin, çocukların kariyerini belirlediğini düşünüyorum.” diyen Yüsra Hanımın tecrübelerine kulak verdik.
Kitap okumayı seven veya yazmaya meraklı birçok kişi için önem arz eden bir mesleğe sahipsiniz. Kendinizden bahsedebilir misiniz? Mesleğe nasıl başladınız? Neden bu mesleği tercih ettiniz?
Ben İstanbul Şişli’de büyük kütüphaneli bir apartman dairesinde büyüdüm. Evdeki kitaplığın hacminin, çocukların kariyerini belirlediğini düşünüyorum. Benim de mesleği tercihimde çocukluk yıllarımdan bu yana çok kitap okumam etkili oldu. Babam öğretmendi. Hafızamda babamın kitaplarının kapakları hâlâ canlıdır. Ben büyürken kütüphanemiz de büyüdü. Herkes bir şeyler ekledi. Ben de çok kitap aldım ve okudum. Okumak, beraberinde yazmayı getirdi. İlkokulda abone olduğumuz çocuk dergisine yazı ve şiirlerimi gönderirdim. Bu, lise ve üniversitede de devam etti. İstanbul ve Türkiye çapında pek çok hikâye ve kompozisyon yarışmasına katıldım ve ödüller aldım. Ödüller beni daha çok motive etti. Yazmak benim için kendimi ifade biçimi oldu.
Aslında Basın ve Yayın Bölümünde okuduğum için gazetecilik de yapabilirdim. Üniversitede birkaç farklı gazete ve radyoda staj yapmıştım. Ancak tercihimi kitaplardan yana kullandım ve düzenli olarak yazı gönderdiğim Sızıntı dergisinin de içinde olduğu Kaynak Kültür Yayın Grubuna iş başvurusu yaptım. Yeterliliğimi ölçmek için yayımlanması planlanan birkaç dosya gönderdiler. Üzerinde çalıştım, gerekli düzeltmeleri yapıp teslim ettim. Beğenildi ve kabul ettiler. Mezun olur olmaz da yayınevinde işe başladım. Yaklaşık 20 yıldır yayın dünyasının içindeyim. İşim yazmak ve yazılanları düzeltmek. Hedefim bir kitap editörü olmak değildi; ama iki kapak arasındaki o büyülü dünyaya karşı koyamadığım için kendimi bu işin içinde buldum.
Bir kitap editörü tam olarak ne iş yapar?
Kitap editörü kitap projeleri üretir. Okur kitlesinin ihtiyacına uygun kitapların üretilmesini planlar, projelendirir ve yayın sürecini takip eder. Yayınevinin yayın politikasına uygun bir biçimde yazarlarla anlaşma sağlar, iyi bir kitap mevcutsa onu yayınevine transfer etmeye çalışır. Metinde anlatım bozukluğu, yazım yanlışı, çelişki ve tutarsızlık varsa bunları giderir. Metnin omurgasında kayma varsa buna müdahale eder, ifadeleri güçlendirir. Yayınevine gönderilen bir dosyanın yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verir ve kitabın durumunu belirler. Kısacası editörün; sayfa tasarımcısı, grafik tasarımcı, yazar ve yayın yönetmeni arasında kilit bir rolü vardır.
Sizce herkes kitap yazabilir mi?
Herkes kitap yazamaz. Hüsrana uğramamak için de yazmamalı. Anlatacak meselesi, derdi olan kitap yazar. Bir kitap yazmak için, ya çok yeni bir konuyu ele alıyor olmanız gerekir ya da bilinen bir konuyu çok farklı, özgün bir şekilde ele almanız gerekir. Üslubunuzla, perspektifinizle ortaya yeni bir şey koymalısınız. Kitap yazmanın ilk adımı, yarışmalara katılmaktır, dergilere yazı göndermektir. Derginin yayın heyeti, sizin için bir deniz feneri gibidir. Size, nasıl yazmanız gerektiği yanında, nasıl yazmamanız gerektiğini de gösterir. Yazılarınız yayınlandıkça, heyetten size sözlü ya da yazılı geri dönüşler oldukça siz de rotanızı, üslubunuzu bulmuş olursunuz. Son yıllarda Medium, Blogger, Tumblr, WordPress gibi dijital platformlar sayesinde sesinizi, sözünüzü çok daha hızlı bir şekilde geniş kitlelere duyurma imkânınız var. Genç arkadaşlar, buralarda kendilerine yer açabilir, başka yazarlarla etkileşime geçebilir ve kendilerini ifade etme imkânı bulabilirler.
Bazı yazarlar yazısına müdahale edilmesinden hoşlanmayabiliyor. Siz böyle bir olayla karşılaştınız mı?
Evet, çok meşhur bir tarihçi ile çok zorlandığımızı hatırlıyorum. Dosyaya asla müdahale edilmesini istemiyordu, ama ne yazık ki bilgiler çok dağınıktı. Âdeta kitabı yeniden yazmıştık.
Eğer yazılan kitap; şiir, hikâye ve roman gibi kurguya dayalı bir eserse, olabildiğince az müdahale olmalıdır. Çünkü o sanat değeri olan bir çalışmadır; yazarın takdirine saygı duymak gerekir. Bilgilendirici bir kitaptan bahsediyorsak, üslup tam oturmamışsa, dosyada bir dağınıklık veya teknik hatalar varsa, yayınevi bunlara müdahale etmelidir. Bir de yayınevi kendi okur kitlesini daha iyi tanıdığı için, bazen ticari kaygılarla da olsa, kitaba müdahale ederek daha dikkat çekici hale getirebiliyor. Mesela başlık veya “İçindekiler” bölümü için öneri getirebiliyor. Bunu da anlayışla karşılamak gerekiyor.
Bir kitap hangi aşamalardan geçiliyor?
Yazar yazdığı kitabıyla yayınevine başvurur. Yayınevi, dosyayı editör heyetine sunup yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verir. Olumluysa, yazarla yayınevi arasında bir sözleşme imzalanır. Karşılıklı kurallar ve çalışma süreci konuşulur. Editör, gerekli gördüğü düzeltmeleri ve değişiklikleri yapar. Sonra sayfa tasarımcısı, kitabın mizanpajını hazırlar. Kitabın kapağı ve varsa çizimleri, grafik tasarımcı tarafından hazırlanır. Sonra yazar, son kontrolleri yapar ve kitap matbaaya gönderilir. Kitabın hangi kâğıda basılacağı, hangi boyutta olacağı, kaç adet basılacağı, fiyatı, kapak resmi gibi kitapla alakalı pek çok konu yayınevinin tasarrufu altındadır. Siz bir yazar olarak buna karışamazsınız. Aslında siz sözleşmeyi imzaladıktan sonra kitabın bütün yayın haklarını yayınevine teslim ediyorsunuz ve bir köşeye çekiliyorsunuz. Telif ücretinin miktarı da yazarlara ve yayınevlerine göre değişir. Bazen bir yazarın kitabının yayınlanması için yayınevine ödeme yapması bile söz konusudur.
Bu kadar safhadan geçen bir işte kilit rol oynamak zor olsa gerek. İşinizin olumlu ve olumsuz yönleri hakkında neler söylersiniz?
Olumlu tarafı; hep kültürel ve ilmî faaliyetlerin içinde olmak. Çok değerli yazarlarla tanışıp sohbet edip onların fikirlerinden istifade edebilmek. Onlara sormak istediğim soruları doğrudan sorabilmek. Belli bir mekâna bağlı kalmadan, her yerde, her zaman işimi yapabilmek. Bir de kitap okumayı sevdiğim için hobimi meslek olarak yapmış olmak.
Olumsuz tarafı ise; günlük hayatta gördüğüm WhatsApp mesajı, tabela yazısı, basılı bir kitap gibi her metni içimden düzeltmek. Kitap okurken hataları görmeden okuyup geçemiyorum. Anlatım bozuklukları, yazım yanlışları ve tekrarlar dikkatimi dağıtıyor.
Son günlerde genç yazarların sayısı artıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bilirsiniz; Anne Frank 13–14 yaşında bir kızken, Nazi zulmünden kaçmak için iki yıl ailesiyle çatı katında yaşamak zorunda kalıyor, gaybubet yapıyor ve burada bir günlük tutuyor. Günlüğüne acılarını, umutlarını ve hayallerini yazıyor. Bu günlük savaş bitince kitap olarak basılıyor. Kendisi Auschwitz kampında tifüsten ölüyor, ama hatıraları bugün dahi yaşıyor. Anne Frank’in günlüğü bugün 30 milyondan fazla satarak 67 dile çevrilmiş. Bazı ülkelerde okul müfredatlarına eklenmiş. Anne Frank, bütün acılara rağmen, kalemini elinden bırakmamasıyla, yazma azmiyle hepimiz için bir örnek. Özellikle de genç yazarlar için. Atalar ne güzel söylemiş; söz uçar, yazı kalır. Bugün yaşanan olayların, mücadelelerin, insan hakkı ihlallerinin mitolojik bir hikâye gibi kalmasını istemiyorsak, hepimiz yazmalıyız.
Yazar olmayı düşünen gençler için yararlanabilecekleri kaynak tavsiyeleriniz var mı?
Hayat ve Yazmak Üzerine Tavsiyeler (Anne Lamott) ve Senaryo Yazımının Özü, Yapısı, Tarzı ve İlkeleri (Robert McKee) kitaplarını öncelikli olarak tavsiye ederim.
Bunun dışında çok güzel yazı atölyeleri var. Eskiden bunlar İstanbul gibi büyük şehirlerde ve yüksek meblağlarda oluyordu. Şimdi başarılı bir yazardan ücretli veya ücretsiz, çevrimiçi yazarlık kursu alabiliyorsunuz. Ben yakın zamanda, edx.org sitesinde, Harvard ve MIT gibi üniversitelerin hocalarının, etkili yazma ve belagat konularında verdiği ücretsiz kursları takip ettim. Orada her konuda, alanında uzman isimlerden eğitim alabiliyorsunuz.
Peki siz kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Yüksek lisans tezim kitap olarak yayımlandı. Sedat Simavi’nin çıkarmış olduğu, bugünkü Hürriyet gazetesinin ilk versiyonu olan ve 1920 yılında 128 sayı yayımlanan Dersaadet gazetesi konusunda araştırma yaptım. Osmanlı Türkçesiyle yayımlanmış olan gazetenin bütün haber başlıklarını günümüz Türkçesine aktardım, fihrist oluşturdum ve değerlendirdim. Kitap hem bir gazete hem de dönem incelemesi oldu. Yitik Hazine Yayınları tarafından neşredildi.
Doktora tezim de Demokrat Parti dönemindeki gazeteci vekillerin meclis faaliyetleri hakkındaydı. Onu da tamamlayınca yayımlamak istiyorum. Akademik çalışmalarımın yanı sıra, son yıllarda yaşadığımız hukuksuz süreçle ilgili de gözlemlerimi ve yaşadıklarımı yazıyorum. Günü gelince onları da yayımlamak isterim.
Editörlüğün yanı sıra seslendirme yaptığınızı biliyorum. Seslendirme yapmaya nasıl başladınız?
Hani ilkokulda Pazartesi ve cuma törenlerinde boğazı yırtılırcasına bağırarak Andımızı ve İstiklal Marşını okuyan ve okutan küçük çocuk vardır ya, işte o benim! Kendimi bildim bileli okul törenlerini sunarım. Eve misafir geldiğinde babam beni sandalyenin üzerine çıkarır, ezberimdeki şiir ve şarkıları okumamı isterdi. Bu durum, sonraki yıllarda binlerce kişilik organizasyonları sunmakla devam etti. Üniversiteyi kazanınca ilk yaptığım şeylerden biri ehliyet kursuna yazılmak, diğeri de diksiyon eğitimi almaktı. Kendimi çok şanslı hissediyorum, çünkü ben diksiyon eğitimimi Yeşilçam’ın birçok jönüne sesini vermiş olan bir duayenden, merhum Toron Karacaoğlu’ndan aldım. Toron Hoca, Taksim Pera Güzel Sanatlar Kursunda, bir yıl boyunca bize güzel konuşmanın inceliklerini anlattı. Yeşilçam’dan bildiğimiz, sevdiğimiz pek çok sanatçı onun yakın dostuydu. Toron Hoca, Kartal Tibet, Cüneyt Arkın ve Kadir İnanır gibi dostlarına dair hatıralarını da anlatır, derslerimizi renklendirirdi.
Diksiyon eğitimim, sunum ve seslendirmeyi profesyonel olarak düşünmemin başlangıç noktası oldu. Sonrasında yayınevinin yanı sıra yaklaşık 10 yıl süren radyoculuk serüvenim başladı. Burç FM’de yayınlanan, “İmza Günü” isimli, yazarlarla yeni çıkan kitaplarını konuştuğumuz programı hazırlayıp sundum. Hâlen diksiyon dersleri vermeye ve seslendirme yapmaya devam ediyorum.
Seslendirme yapmak zor bir iş mi?
Kesinlikle göründüğü gibi kolay bir iş değil. Üç cümlelik bir metni bazen bir saatte seslendiriyorum. Bir harfin artikülasyonunu (söyleyiş) beğenmediğim için defalarca tekrar ediyorum. Radyo programı yaparken stüdyomuz vardı. Artık hepsini ev ortamında yapmaya çalışıyorum. Kayıt alma, ses düzenlemesi, montajlama gibi süreçler oluyor. Sessizliği yakalamak için genelde gece kayıt alıyorum. Dip sesi emmesi ve yankı yapmaması için mikrofonun etrafını yastıklarla örüyorum. Yastıkların arasına gömülüp ideal ses ve okuyuşu yakalamaya çalışıyorum. Sanırım en zorlandığım kısım ev ortamında kayıt almak.
Sizce bu işte ses mi daha önemli yetenek mi?
Yetenek gerekli, ama yeterli değil. Bu işi yapmak isteyen kişinin, mutlaka diksiyon eğitimi almış, temel bir eğitimden geçmiş ve sesini geliştirmiş olması gerekir.
Bunca yıldır biriktirdiğiniz birçok hatıra vardır. Bunlardan birini bizimle paylaşır mısınız?
Yıllar evvel heyecanlı bir üniversite öğrencisiyken, bulduğum her edebiyat dergisine yazı gönderir, gördüğüm her kompozisyon yarışmasına katılırdım. Birçoğu dergilerde yayımlandı, ödüller aldı. Bazısına hiç dönüş olmadı. Üniversite öğrencisiyken, bir gün Sızıntı dergisinden aradılar. Dediler ki: “Hikâye yarışmamızda ikinci oldunuz ve bizden şu kadar nakit para ödülü kazandınız.” “Allah!” dedim. “Ben sizin yarışmanıza katılmadım ki!” “Filan hikâye size ait değil mi?” diye sordular. Evet, o hikâyeyi ben yazmıştım, ama daha önce zaten o yazı Sızıntı’da yayımlanmıştı ve herhangi bir yarışmaya da göndermemiştim. Israrla bana ödül vermek istediler. Neyse, gittim, teşekkür ettim, ödülümü aldım. Sonra gidip o zamanın gözde telefonlarından mor renk bir Nokia T10 satın aldım, ama bu ödül işine bir türlü akıl erdiremedim. Bu olaydan yıllar sonra öğrendim ki adamın biri, benim söz konusu hikâyeyi almış, altına kendi adını yazmış ve bu yarışmaya göndermiş. Dikkatli bir jüri üyesi, hikâyenin daha önce yayımlandığını hatırlamış. Yazar isimlerini de karşılaştırınca işin içinde bir intihal olduğunu anlamışlar, ama hikâyeyi de beğendikleri için, “Madem öyle, biz de bu hikâyenin yazarına verelim ödülü.” demişler. O vesileyle gelmiş bana ikincilik. Peki ben bunu nasıl mı öğrendim? Üniversiteden mezun olup editör olarak çalışmaya başladığım yayınevinde, karşı masamda oturan bir editör arkadaşımdan!
Anladım ki eğer Allah sana bir ihsanda bulunmayı murat etmişse, senin hiç haberin olmadan, hakkını yemeye çalışan birinin eliyle de yapabiliyor bunu.