Zahirde cebrî bir sevk olsa bile
bazen adı sürgün olur hicretin, bazen de göç
Lâkin bu apaçık bir sevk-i İlahidir.
Göğün renklerinin, göle aksettiği yerdi Barla. Asrın bedii ile insanlığın, ihlas ufkunda kavuştuğu yerdi Barla. Sıcacık muhabbetin, samimi tesanüdün yeri…
Gelincik Dağları, muhtemel fırtınalara set oluştururken Eğirdir Gölü’nün dinginliği de Barla’nın insanına sükûnet ve esenlik veriyordu. Burada insanlar alışageldiği üzere huzur soluklarken etrafta şarktan sürgün edilen bir âlimin kasabaya getirildiği, ancak kimseyle görüşmesine izin verilmediği söylentileri dolaşmaktaydı. Bediüzzaman isimli bu âlim zat; bir süreliğine Muhacir Hâfız Ahmet ile Emine Hanım’ın evinde misafir edilmiş, daha sonra Yokuşbaşı Camii’nin bitişiğindeki eve yerleştirilmişti.
Bediüzzaman Barla’ya geldiğinden beri Eğirdir Gölü’nden gelen lodos bir başka esiyor, inatçı bir firarî gibi yapraklarımı kımıl kımıl oynatıp hışırdatıyordu. Dallarımın arasına, Eğirdir Gölü ve Barla’yı kuşbakışı temaşa ve tefekkür edebileceği tahta bir köşk yapmışlardı. Burada, özellikle seher vakitlerinde, Rabbine münacatları, âdeta kâinatı ihtizaza getiriyordu. Bağrımda bu kutlu zatı tutmanın şerefi, kendimi Barla’da çınar ağacı değil de cennette Tûba ağacıymışım gibi hissetmeme sebep oluyordu. Üzerime konan kuşların cıvıltıları, Yokuşbaşı çeşmesinin şırıltıları ile gökte melekler ve gölde semekler; O’nun evrad u ezkârına eşlik ediyordu.
O sıralarda büyük camiye müezzin olarak tayin edilen Hâfız Tevfik, Barla’ya büyük bir zatın geldiğini öğrenmişti. Fırtına gelmeden önce kuşa yuvasına gitmesini söyleyen sevk-i İlahî, Hâfız Tevfik’i de bir an önce Bediüzzaman ile tanışmaya sevk ediyordu. Ne var ki Hâfız Tevfik temkinli bir insandı, bu yüzden vuslatı bir yıl kadar gecikmişti. İlk görüştüklerinde bu simayı hatırlamıştı. Yıllar öncesinden, tâ Şam’dan, Emevî Camii’nden…
Bir keresinde caminin imamı ile onu ziyarete gelmişlerdi. Tevfik itinayla etrafı ve Bediüzzaman’ı süzüyordu. Etrafa inşirah bahşeden rayihalar salınıyor, oda uhrevî bir buhurdanlık gibi tütüyordu. Duvara asılı sim sırma işlemeli bir torbada Kur’an-ı Kerim mushafı vardı. Başkaca da kitap göremiyordu. Onun bildiği âlimlerin büyük kütüphaneleri olurdu. Bu zat ise ezberleri bozduracağa benziyordu. Birlikte dallarımın arasındaki köşke oturdular. Bediüzzaman misafirlerine çay ikram etti. İmam Efendi onun bir derya olduğunun farkındaydı.
“Nasıl yapalım da konuşturalım?”
“Bir mesele soralım.”
Hâfız Tevfik’le göz göze geldiler. İkisinin de gözleri parlamaya başladı. Sanırım ne soracaklarını buldular.
“Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mirac’a ruhen mi, yoksa bedenen mi gitti diye soralım.”
“Evet, çok isabetli olur.”
“Efendim, ulema farklı söylüyor. Acaba Miraç, bedenen mi, ruhen mi oldu?” diye sorunca Bediüzzaman:
“Hâfız, yazın var mı?” dedi.
Hâfız Tevfik seneler önce Emevî Camii’nde babasının, “Bu zata iyi bak oğlum. Bu zat, zamanın bediidir. Sen ilerde inşallah ona hizmet edeceksin.” sözlerini hatırladı. Vazifenin vakti gelmiş miydi acaba?
“Güzel yazarım efendim.” dedi sevinçle. Demek vakti gelmişti.
“Öyleyse, al şu defteri!”
Gözünü uzaklara, çok uzaklara, Gelendost dağlarından öteye dikti. Alnı şişmeye başlamıştı.
“Yaz kardeşim!” dedi önce.
Kelimeler ağzından çağlayandan akan sular gibi dökülmeye başladı. Ardından kalbine gelen Kur’ânî ilhamları, bulutlara bakarak hızlı bir şekilde söyledi. Öncelikle Miraç meselesinin muhataplarına değinildi, sonra İsra ve Necm sûresindeki Miraç hakikatlerine.
Biraz durdu, “Bağladım, tuttum, işte yakaladım.” Böylece Otuz Birinci Söz’de dört esas halinde bahsi geçen Mirac’ın lüzumu, hakikati, hikmeti ve neticesi; akla gelebilecek her soru cevaplandırılarak yazılmaya başlandı.
Ne mutlu bana ki dallarım ve yapraklarım, imanın sırlarını deşifre eden nurların filizlenişine şahit oluyordu.
Bediüzzaman hızla söylüyor, Tevfik ağabey süratle yazıyordu. Bir ara Üstad yazılanlara baktı ve “Yazın güzelmiş!” dedi.
“Sen bana lâzımsın, ama ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.”
“Efendim, ben de tiryakiyim. Ne yapacağız?”
“O zaman, ‘Arnavut yemini’ yapalım. Ben kızınca, sen bir şey deme. Sen kızınca, gidip sinekleri dağıtırsın.”
Tasdik mânâsında tebessüm edip başlarını salladılar.
“Yaz kardeşim!” dedi yeniden Üstad.
“Nasıl ki, cennette, hikmet-i ilâhiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezâif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medâr olan ceseddir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette cennetü’l-me’vâ gövdesi olan Sidretü’l-Münteha’ya uruc eden Zât-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile cesed-i mübarekini refâkat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.”[1]
Sonra “Perde indi kardeşim.” dedi.
Bu büyülü atmosferden ruha inşirah salan bir sesle, “Kardeşim Hâfız Tevfik!” dedi Bediüzzaman.
“Buyur Üstadım.”
“Ben yemin ediyorum şimdi Cennet’ten bana davet vâki olsa, ben Tevfik’imi almadan gitmeyeceğim.” diyerek tamamladı cümlesini.[2]
Barla’daki çınar ağacının köşkünde, dilindeki hikmet ve ruhundaki letafetle Bediüzzaman söylüyor, nur defterine adı “başkatip” olarak yazılan Şamlı Hâfız Tevfik yazıyordu.
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 622.
[2] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor, 4. cilt, İstanbul: Nesil Yayınları, 2008.