Yazı yazmaya başlayalı çok olmadı. Yazıyorum da diyemiyorum zaten. Fakat yazmakta kendimi bulduğumu söylemeliyim. Yazan kişinin yazı yazarken içine girdiği ruh hâletini anlatacak kadar güçlü bir kalemim yok, fakat ne hissettiğimi belki kendimce anlatabilirim.
Yazı yazarken dünya perdesi bana kapanıyor ve farklı bir alemin perdesi açılıyor gibi hissediyorum. Küçük yaşlarda hayal dünyasında kaybolduğum zamana benzetiyorum bu anları. Ferenc Molnár’ın Pal Sokağı Çocukları gibi, farklı bir dünyada yaşıyorum.
Bazen bir çölde yürürken, bazen de bir pınardan akan suyu kana kana içerken buluyorum kendimi. Kimi zaman sonbaharda evlatlarından ayrılan ağacın hüznüne ortak olurken, kimi zaman mânâ-yı harfîyle bakıp büyülendiğim bir arının kanadında görüyorum kendimi. O arı ile birlikte daldan dala konarken bir bakıyorum galaksiler arasında tur atıyorum. Tabiî bu âlemlere beni götüren bir dostum var.
“İnsanı hayvanlardan ayıran şey, onun şuuru, basireti, sonra da ilham ve hikmete mazhariyetidir. Bu hasselerden mahrum bulunanlar, şekilleri ne olursa olsun, olmaları gerekli olan son noktaya ulaşamamış sayılırlar.”[1]
İlham gelmeden ve kapımın paslı ve gıcırdayan tokmağına dokunmadan ne kadar uğraşırsam uğraşayım oturduğum masanın başından bir adım öteye gidemiyorum çoğu zaman. Fakat bir geldi mi pir geliyor ve kendimi atom çekirdeğinin etrafında hızla dönen elektronlar gibi hissediyorum. İçim içime sığmıyor, yerimde duramıyorum. İşte bu anda yardıma kâğıt ve kalemim yetişiyor ve yazdıkça rahatlamaya başlıyorum. İlhamın bedenimde oluşturduğu metafizik gerilimi iletken bir kalem aracılığı ile kâğıda boşaltıyorum. Voltajı büyük bu gerilim bazen o kadar güçlü oluyor ki yazmak için kâğıt yetmeyince önümdeki masa veya bulduğum herhangi bir yüzey bana defter oluyor. Dikkatimi dağıtan bir şey olmadığı sürece ilham pınarı kesilinceye kadar suyundan istifade ediyorum. Su kesildiği anda ise bir anda duruyor ve ortaya çıkan yazıya bakıyorum. İlham denizinden oltama takılanları güverteye çektiğime göre bundan sonrası benim çalışmama kalıyor.
Bu hafta yine ne yazacağımı düşünürken bir konu bulamadım. Bir durum yazısı olarak sizlere yazı yazmaya çalıştığım bir günümü anlatmaya karar verdim.
Genellikle bir konuda yazı yazmaya karar veriyor ve masamın başına oturuyorum. Masanın üstünde dikkatimi dağıtacak bir şey olmamasına dikkat ediyor ve tüm elektronik cihazlarımı sessiz modda, uzak bir yere koyuyorum. “Bismillah” dedikten sonra elime kalemi veya klavyemi alıp beklemeye koyuluyorum. Yazı yazmadan önce konunun belli olması büyük bir adım. Bu sefer belirlediğim konu: “Güneş”.
Gerekli kaynak araştırmalarını yaptıktan sonra geriye öğrendiklerimi kâğıda dökmek kalıyor. İşte en zor kısım da burası. Kağıtla uzun süre bakışıyoruz. Hatta o kadar uzun oluyor ki bazen bana pek de rahat olmayan bir yastık oluyor kâğıt. Yine bazı zamanlarda bu muhabbetimiz o kadar ilerliyor ve değişiyor ki güneş temalı yazım bir anda kendini kutup ayısını anlatan bir deneme olarak buluyor. Cümlelerime nokta koyunca farkına varıyorum konunun değiştiğini. Yazdıklarımı elime alınca başta pek bir şeye benzemiyor gibi geliyor. Son bir gayret ile yazımı devam ettirmeye kalkışıyorum, fakat olmuyor. Sonra masa başından hüzünlü bir şekilde kalkıp çay demlemeye gidiyorum. Bu arada yazıyı da demlenmeye bırakıyorum. Demliğe kaç kaşık çay atacağımı düşünürken ilhamın ayak seslerini kapımın önünde duyuyorum. Fakat içeri gelmiyor. Oysa gelse başımın üstünde, gönlümün nazenin bir otağında ve kalemimin ucunda yeri var.
Çayı demliğe üç kaşık attıktan sonra, neden hep üç kaşık attığımı düşünürken o an her şeyde bir muvazene olduğu kulağıma fısıldanıyor. Rahmân sûresinin ilk sayfasında dört kez ardı ardına geçen ölçü ve terazi kelimesi beni farklı bir düşünce âlemine daldırıyor ve o anda kapım çalınıyor. İlham gelmiş…
Hâlinden anlaşıldığına göre uzun bir yol katetmiş. Kim bilir hangi gönül tahtından kalktı da geldi…
Onu buyur ettikten sonra masamın başına oturuyor ve Güneş’i anlatmayı hedeflediğim yazımın konusunun tekrar değiştiğini fark ediyorum. İlhamın da desteği ile Kainattaki Kusursuz Muvazene Sistemi ile alâkalı bir yazı yazmaya başlıyorum. Gulliver’in farklı âlemleri gezdiği gibi, ben de Güneş Sistemi’nde geziyorum. Kalemin kâğıt ile dansına ben de eşlik ediyorum.
İlham treninin vagonundan lokomotife geçiyorum. Aksi takdirde beni farklı rotalara götürebilir. Biraz sonra yazıya son noktayı koymanın verdiği mutluluğu yaşıyorum. Bir an geriye çekiliyor ve göz ucuyla yazıya bakıyorum. Evet, şimdi oldu.
Çizim: Melike Karaca
İlhamın gelmesi ile içmeyi dahi unuttuğum çayın suyu artık bitmeye yakın olacak ki ortalığı velveleye verecek kadar fokurduyor. Hemen su ilave ediyorum. Misafirim müsaade istiyor, ben de onu uğurluyorum. Değerini bilmeye çalışıyorum. Gönül evi bu nazlı misafirin teşrifine uygun hâle dönüşmeli ki ondan nasibimiz devamlı ve bol olsun.[2] Son olarak, yazıyı bir şişeye koyup vicdan-ı umumî denizine fırlatıyorum. Allah ihtiyacı olanlara nasıl olsa buldurur.[3] Bana bu cümleyi, 1993 yılında yayımlanan Sızıntı dergisinden buldurduğu gibi…
[1] M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 78.
[2] M. Said Türkoğlu, “Şair ve İlham, Yağmur, Sayı: 58, 2012.
[3] Yusuf Alan, “Yazı Yazarken”, Sızıntı, Şubat 1993.