Dr. S. Sinem Akbulak Genel Kültür Nisan 2022

Buluntu Bebek

Hasta miniklerin uyku saati. Uykuya dalmadan onları son bir kere ziyaret etmezsem huzursuz olurum. Klinik koridorunda hemşiremiz ile beraber son turu atıyoruz. Bazı hastaları odalarına girmeden, kapıdan göz atarak, bazılarını ise yakından kontrol ediyoruz. Kimin bahtına ne düşeceği o an belli olur. Hastalık bu, kime nasıl dokunur, yaşamadan bilinmez. Yaşça bizden büyük hasta yakınları, “Doktor kızım, sen de git uyu, gün boyu ayaktaydın. Tek bir çocuğa baktığımız hâlde bizim enerjimiz bitti. Sen onca hasta ile uğraştın, hâlâ ayaktasın.” diyerek bizlere dokunmadan sarılıyor, gönlümüzü almaya çalışıyor.

“Tamam ablacığım, rahat uyuyalım diye uğraşıyoruz, uyuyun siz, sağ olun.” diye cevap veriyorum.

Son odanın da hasta viziti sona ermişti. İşimiz bitince bir yorgunluk kahvesi içmek üzere hemşire odasına gider ve derin bir sohbete dalardık.

O zamandan beri, “Kahve uykuyu kaçırır.” fikrine hiç inanmadım. Uykusu olana, yorgun birine kahve, uykudan önce süt gibi gelir. Bunu kaç kere tecrübe ettim! Kahvenin etkileri bile kişiden kişiye değişiyor. Gündüzden kalan kurabiye, kek de varsa kahvenin yanında, alınan enerji ile “24 saat daha nöbet tutulur; ne olacak canım!” diyerek kendimizi motive ederdik.

Gece saat 11.00 civarı… Zorunlu olarak geldiğim Anadolu’nun küçük bir şehrinde, gönüllü gece nöbetlerinden birindeydim. Acil servise gelen ambulansların siren seslerini duyduktan birkaç dakika sonra telefon çalardı. Bazen istisnalar olsa da bu sıra pek değişmezdi. O gece bu istisnalardan birini yaşadık.

Klinik koridorunda yapılan son ziyaretin ardından kahve faslı devam ederken merdivenlerden birilerinin telaşlı şekilde geldiğini hissettiren ayak sesleri, rüya gibi devam eden bir nöbeti bölerek bizi uyandırdı:

“Hoş geldiniz Memur Bey.”

“Pek de hoş gelmedik Doktor Hanım!” diyerek kalınca bir battaniyeye sarılmış minik bir bebeği kucağıma bıraktı. Sanki ayak tabanımda bir delik vardı da bütün enerjim, moralim oradan akıp gitmişti. Bir anda elimdeki 3,5 kiloluk ağırlığı 35 kilo gibi hissederek kendime geldim.

“Bebek, bir saat kadar önce, 500 metre ilerideki bir çöp konteynerinin yanında bulundu. Merkeze götürüldü, adlî kayıtları yapıldı. Sağlık kontrolü ve kalıcı olarak barınacağı yere götürülene kadar size emanet Doktor Hanım. Aman gözünüzü dört açın; adlî vak’a!”

“Tabiî ki ona çok iyi bakacağız, bakacağız da benim hiç tecrübem yok. Süreç nasıl işliyor bu durumlarda?”

“Herhangi bir sağlık problemi var mı onu tespit ediyorsunuz önce. Çünkü bazı bebekler tedavisi zor hastalığı olduğu için devlet sahip çıksın, tedavi ettirsin düşüncesiyle bırakılır. Bazıları ise aile içi anlaşmazlıklar vb. sebeplerle… Önemli olan, bebeğin bize intikal ettikten sonra devlet yetkilisi dışında kimseye emanet edilmemesi, çalınmamasıdır.”

“Çalınmaması mı?”

“Evet. Organ tüccarları için bu bebekler bulunmaz nimettir! Lütfen gözünüzü dört açın.”

“Ah!” diyebildim sadece. Bebeğin içinde bulunduğu durum beni zaten fazlasıyla sarsmıştı. Bir de bebeğin çalınma ihtimali… Allahım, bu nasıl bir geceydi? Her şeyden önemlisi nasıl bitecekti?

“Üzerimize düşen neyse yaparız Memur Bey, aklınız burada kalmasın, ama bir iletişim numarası alalım, ihtiyaç olur belki.”

“Tabiî ki, ama zaten biz de hastane girişinde bekliyor olacağız. Rahat olun.”

Küçük prens üşümüş olabileceği için ve ayrıntılı bir muayene maksadıyla boş bir küveze alındı. Küvezin bütün ışıkları yakıldı ki gözden bir şey kaçmadan değerlendirilsin. Hatta belki makûs talihine de biraz aydınlık verir hissini taşıdığımı inkâr edemem. Hiç üşümemişti, hatta ağlamıyordu bile.

“Senin günündeki bebekler ağlar, annen yanında yok diye uslu durmak zorunda değilsin, senin nazını biz çekeriz miniğim.” der demez ondan önce ben ağlamaya başladım. Engelleyemediğim, engel olmak da istemediğim gözyaşlarım bir anda sele dönüştü.

“Siz neden ağlıyorsunuz Doktor Hanım?” dedi hemşire.

“Hâlimize, insanlığımıza!”

Üstad Bediüzzaman’ın “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”[1] Sözü hatırıma geliverdi. Gecenin ayazında, sokakta tek başına korkmadan duran bu minik kahramanın ilk öğretmeni, hasta olduğunda başında duranı kim olacaktı? Biri olurdu elbet, ama annenin yerini tutabilir miydi?

“Daha neler geldi aklıma da neyse artık, işimize bakalım, biraz da sonra ağlayayım.” diyerek minik kahraman için yapılacak hazırlıkları tamamlamaya çalıştık. Neyse ki bir rahatsızlığı yoktu.

“’Â bu kahramanın ismi de yok, ne yapacağız?” Bebekler ilk bir ay hastaneye yatırıldığında soy isimleri ile kaydedilir, anılır. “Bebek Aksoy”, “Bebek Keser” gibi…

“Soy ismi zaten yok! Hay Allah, polise mi sorsak?”

Hiç alışık olmadığımız şekilde, gecenin 2.00’sinde, feryat figan ederek ve koşturarak kliniğe giren genç bir kadın böldü sessizliği. Uyandırmamak için kapıdan kontrol ettiğimiz neredeyse bütün hastalar teker teker uyanıp korku içinde ağlamaya başladılar. Küvezin başından ayrılıp bu gümbürtüyü koparanın, kendini yerlere atıp dövünen bu kadının kim olduğunu öğrenmek üzere koridora fırladım. Yürek yangınını andıran çığlıkların sahibi genç kadının, “Allahım, ben ne yaptım, nasıl bıraktım onu sokakta? Yalvarırım evladımı bana geri verin. İki saat önce onu sokağa ben bıraktım. Ne olur Doktor Hanım, onu bana geri verin.” çığlıkları günün yorgunluğu ile tükenmiş gücümü bir anda yerine getirdi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı, kulaklarımda polis memurunun az önceki sözleri, “Aman dikkat, organ tacirleri, çalıntı, buluntu bebek…”

“Hanımefendi buyurun oturun, sizinle konuşalım. Önce sakin olun lütfen! Bu saatte hastalarımız uykuda olmalı. Buna dikkat etmenizi rica ediyorum.” diyerek kontrolü ele almaya çalıştım.

“Benim de evde 3,5 aylık bir kızım var, sizi çok iyi anlıyorum. Ancak bu bebeği size teslim etmem mümkün değil!”

“Neden? Ne yapılması gerekiyor bunun için?”

“Burada bebeğin sağlık kontrolleri yapılıyor, bittikten sonra Sosyal Hizmetlere teslim edilecek. Hâlâ geri almakta kararlı olmanız hâlinde DNA testi de gerektiren hukukî bir sürecin ardından bebeğinizi alabilirsiniz, ama şu an mümkün değil!”

Şeytandan mı, vicdanımdan mı geldiğini ayırt edemediğim bir ses, “Ver şu kadıncağızın evladını. Sen de son üç saati hafızandan sil, bitsin bu travma.” diyordu. İyi de kanun var, kurallar var, hatta bu feryatların sahte olma ihtimali bile var. Bakma sen o sese diye ikna etmeye çalışırken kendimi, aklıma bazı sorular sormak geldi.

Asla sakinleşmeyen genç kadına iki adam eşlik ediyordu.

“Siz bu bayanın nesi oluyorsunuz?”

“Babası ve ağabeyi.”

Belli ki ailevî bir sorun yüzünden bebek sokağa terk edilmiş diye düşünürken “Bebeğin adını ne koydunuz?” diye sordum.

“Ayşe!”

Hemşire Hanımla göz göze geldik ve adeta ışık hızı ile anlaştık. Ben bu sevimsiz misafirleri oyalayacaktım, Hemşire Hanım da kapıda nöbet tutan polisleri durumdan haberdar edecekti. Bize emanet edilen erkek bir bebekti. Nihayet gelen güvenlik ekibi çeteyi kıskıvrak yakalamış, derdest edip layık oldukları yere götürmüştü.

Ağlamaya kaldığım yerden devam ederken minik kahramana birkaç damla anne sütü verebilmenin mutluluğu, hüznümü kısmen alıp götürmüştü. Rahmet-i Sonsuz bu mahrumiyetler vesilesi ile ne lütuflara mazhar edecek, nasıl sarıp sarmalayacak onu kim bilir!

Dipnot

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 247.